15 Nisan 2012 Pazar

Mıss Julia Pardoe'de KAĞITHANE


İstanbul'a yakın en güzel yerin, Kâğıthane olduğu, kuşku duyulmaz bir gerçektir. Avrupalılar, buraya, "Tatlı Sular Vadisi" derler. Bu ad, şa­irane olduğu gibi, buraya yakışıyor da.

Pırıl pırıl akan Kâğıthane Deresi, vadinin yeşilliği bol bir yerinden çı­kar ve yeşil çimenlerin arasında, bir gümüş tel gibi uzanır. Bir nehir de­necek nitelikte değildir. Fakat büyüklüğü ne olursa olsun, başkentin ge­niş bir alanında tek akarsu olduğu için büyük bir beğeni ve hayranlık ko­nusudur.

Vadi, her yandan yüksek ve kurak tepelerle çevrilidir. Bunların orta­sında, öyle taze, öyle yeşil ve öyle pırıl pırıl güneş içinde yan gelip sığın­mış bir görünüşü var ki, insan görür görmez, burasının bir piknik yeri olarak yaratıldığı kanısına varır. Burada, Padişah'm bir yazlık Sarayı ile bir köşkü olduğunu söylememe gerek var mı bilmem? İstanbul yakının­da, Padişah'm yazlık bir Sarayı veya köşkü olmayan yer yoktur. Fakat, Kâğıthane Sarayı (Kasrı) dinlenecek en güzel bir köşedir. Padişah; devlet işlerinden kurtulmak yolunu bulup da kendine biraz boş bir zaman ayıra-bilince, gürültüden ve sıkıntıdan kaçarak sık sık burada başını dinler. Be-yoğlu'ndan buraya atla gelmek pek hoştur. Tepelerin havası o kadar tat­lıdır ki, insan, sanki damarlarında yavaş yavaş yeni bir kaynaşma duyar. Vadiye iniş de çok coşkuludur. Bu coşkuyu tadadururken güneş altında yıkanan ayağınızın dibindeki o güzel çayıra bir an önce inmek için iyice sabırsızlanırsınız.

Bir gün, Kâğıthane'ye hayran olan birkaç dostumla orada buluşmuş­tuk O günün tadını hiç unutamam. Sanki güneşin dünyayı en çok aydın­lattığı bir zamandı. Bundan birkaç gün önce rahatsızlık geçirmiştim. Bu yüzden ata binecek gücüm yoktu. Bundan ötürü, bir arabaya binerek, onun yumuşak yastıklarının arasına rahatça yerleştim. Yanımdan at üs­tünde hızla geçen sevinçli ve sağlıklı arkadaşlarımı görünce, onlara katı­lamadığıma üzüldüm ve yavaş yavaş araba ile vadiye doğru ilerledim.

Tepeyi inince, Saray avlusundan birkaç arabanın çıktığını ve Saray bahçesiyle, Kâğıthane çayırım ayıran derenin karşı yanında ilerlediğini gördüm. O sırada atlı bir muhafız, arabamı durdurdu. Ancak, o yoldan hiçbir Avrupalının geçmesini yasaklayan bir buyruk olmadığı için, bir da­kika sonra izin verdi. Buraya girmesi yasaklanan insanlar yalmz Rumlar, Ermeniler ve Musevilerdi. Bunun için, bana, sadece Padişah ailesi geçin­ceye kadar arabamı durdurmamı söyledi. Hiçbir şey demeden durdum. Derenin genişliği pek az olduğu için, bu seçkin kişileri olduğu gibi göre­bildim.

Her biri, bir seyisçe yetiştirilmiş dört güzel atın çektiği açık bir ara­bada, Padişah'm iki küçük oğlu ile, Saray cücesi ve Saray'ın Arap başağa-sı vardı. Daha bebek olan Şehzade çok sevimli bir çocuktu. Pırıl pırıl göz­leri ve pembe pembe yanakları vardı. Sanki bir köylü çocuğu denecek ka­dar gürbüzdü. Bunun arkasından, dört öküz arabası geçti. Bu arabalar­daki yüzleri yaşmaklı kadınlardan biri, Mihrimah Sultan, ötekiler de an­nesiyle kız kardeşlerinden birisiydi. Genç kadınların bazıları son derece güzeldi. Yüzlerine pek ustalıkla taktıkları yaşmaklar, o kadar inceydi ki, her birinin yüzünü ayrı ayrı tanımlayabilirim. Böyleyken, bu genel olarak görülen giyiniş tarzı değildir. Çünkü Saray halkı, biraz kalabalık olan yer­lerde, öteki Türk kadınlarından daha kapalı gezerler. Ayrıca bir başka zaman, Padişah'm odalıklarından birisini görmüştüm. Bu kadın, kirpikle­rine kadar yüzünün her yanım örtmüş, gözlerini de ince bir bürümcükle kapatmıştı.

Arabaları bir sürü Arap kuşattı ve bu gezmeye çıkış töreni, güzel bir Arap atma binmiş olan Kızlarağası ile yaya olarak onun yanından yürü­yen dört kişinin gelmesiyle sona erdi.

Alay geçtikten sonra, yolumu sürdürdüm. Arkadaşlarımın başka bir yolda biraz gezinmek ve Saray topraklarıyla ilgisi olmayan bir yoldan gel­mek zorunda kaldıklarını öğrendim. Hiçbir şey, arabadan indiğim za­manki gördüğümkinden daha iç açıcı ve daha güzel olamazdı. Çayırın üzerinde grup grup insanlar oturuyorlardı. Çingene ve Bulgar çalgıcıları, yiyip içip eğlenmeye gelenlerin aralarına dağılmışlardı. Çiçek satan Çin­gene kızları, dolaşa dolaşa ellerindeki güzel çiçek demetlerim satıyorlar­dı. Saray'a ait, beyaz ve altm sarısı renkli bir kayık, Saray kapısına doğru, derenin küçük dalgacıkları üzerinden kayıp gidiyordu. Uşaklar şuraya buraya koşuşuyorlardı. Saray'ın her yolunda iki katı muhafız vardı. Her yanda bir canlılık, bir büyük coşku göze çarpıyordu.

Biz Saray'ın önünde dururken, iki (altı çift kürekli) kayık, Saray'ın rıhtımına doğru ilerledi. Kısa bir süre sonra, içinde Halil Paşa'nm eşi Sa­liha Sultan gözüktü. Yanında beş altı kadar halayık, bunun iki katı kadar da beyaz cariye ve kucağında sevimli Şehzade'yi tutan Başdadı vardı. Bu çocuğun doğumu nedeniyle Sultan Mahmut, görülmemiş bir cömertlikte bulunmuştu.

Herkesin bildiği gibi, bu zamana kadar, Türkiye'nin bütün hüküm darları, kendi kanlarından gelen erkek çocuklarını öldürtürlerdi. Böyle­likle, gelecekteki taht kavgalarına karşı kendilerine çok sağlam bir du­rum yaratmış olurlardı. Şimdi bu izlediğim çocuğun, hükümdar olan de­desi yalnız hayatım bağışlamakla kalmamış, aynı zamanda doğumu onu­runa ülkede şenlikler yaptırmıştı. Toplar atılmış, bakanlar elçiler kutla­ma töreninde hazır bulunmuşlardı. Dadısının kucağında gülen, oynaşan küçüğün ne soylu bir görünüşü vardı! Kayık önümüzden bir ok gibi geçti­ği zaman, çocuğuna kim bilir ne kadar bağlı olan annenin, onun kendisi­ne bağışlandığını duyduğu zamanki sevincini düşünüyordum. Böyleyken, annenin bu sevinci belki de uzun sürecek değildi. Çünkü Sultan Mahmut, hayata yeni gelen düşmanından (bu küçük Şehzade'nin bir gün ona düş­man olması yazılıysa) kendi ellerini kana bulamadan çabuk kurtulma yo­lunu bilirdi. Kâğıthane'ye gittiğimiz o günden üç gün sonra, bu yavrunun, diş çıkarma ateşlerine dayanamayarak çırpına çırpına öldüğünü duyduk.

Padişah'ın bazı gözde paşaları ile birlikte ok atmada olduğunu anla­yınca, kendisini bir kez görmeye karar verdik. Bunun üzerine, aramızdan bir iki kişi ayrıldı. Biz de, piknik yerinde biraz dolaştıktan sonra, oklarım hedefe doğru fırlatan okçuların bulunduğu yere geldik. Vadinin üzerin­den geçen kalın bir bulut yığını birkaç damla dolu yağdırmıştı. Bunlar, yaprakların üzerine sesle ve ağırlık yaparak düşüyorlardı. Bu sırada Padi­şah, Saray görevlilerinden birinin, kutsal varlığı üzerine tuttuğu kırmızı bir şemsiye altında oturuyordu. Gözde paşalar, binanın yüzü boyunca, sı­ra sıra ayakta duruyorlardı. Birçok uşak da, okları toplamak için çevreye dağılmışlardı.

Sırası gelmişken, şemsiye konusunda şunları söyleyeyim. Bu hüküm­dara gelinceye kadar, kırmızı şemsiye kullanmak, yalnız Padişah'ın kutsal varlığına özgü bir davranıştı. Sultan Mahmut, bu biçim renk tekelini yer­siz bulmuş olacak ki, bu yasağı kaldırmak anlayışında bulundu. Bugün İs­tanbul'da kırmızı şemsiyenin çok moda olduğunu eklemeye hiç gerek görmüyorum.

Korkusuzluğu ile çok gurur duyan Sultan Mahmut'un en büyük tut­kusu ok atmaktı. Bu tutku o duruma gelmiştir ki, tam Askeri Lise'nin ar­kasına düşen tepelerin geniş bir bölümü üzerinde, şuraya buraya, üzerle­rine garip oymalaryapılmış ve özenti ile yazılar yazılmış birtakım süslü ni­şan taşları diktirmiştir. Bu taşlar, kendisinin bu tepelerin en yüksek ye­rinden oklar atıp da isabet ettirdiği noktalar varsayılan yerlere dikilmiş­lerdir. Varsayılan diyorum. Çünkü kendisinin bu tutkusu herkesçe bilin­diğinden atılan okları toplamak ve isabet noktasını ölçmekle görevli olan saray oğlanları, oku kimse görmeden usulca yerden alarak yirmi otuz adım ilerledikten sonra bulmuş gibi yaparlar. Böylelikle Padişah; peri masallarındaki Prens Aimwell gibi ok atmış olur. Ve Padişah'a bu okları geri götüren bu kurnaz oğlanlar, daha dürüst adamların eline geçmeyen bol bahşiş ve armağanlar alırlar. Bir gün, bir araştırma gezisine çıkmıştık. Birdenbire güzel bir mermer sütun gördük. Üzerinde yaldızla yazılmış yazılar vardı. Tepesinde de hedef gösteren vazo gibi bir şey duruyordu. Bu taşın neden konulduğu ilgimi çekti. Bir nişan taşı olduğunu ve Padi-şah'ın uzun bir yay çekerek okunu oraya rastlattığım ve bu yayın anısını sonsuz kılmak için bu taşı, başka nişan taşlarından daha özenti ile diktir­diğini öğrenince, şaşkınlıklar içinde kaldım.

Kâğıthane'de gördüğüm okçular çok iyi zaman geçiriyorlardı. Önce Padişah'ın oku havaya fırladı. O sırada yanındakiler bir köşeye çekildiler. Sonra, her paşa, sırası gelince, Padişah'ın okunun vardığı sınırı aşmama­ya ve onu kızdırmamaya özen göstererek kendi okunu atıyordu. Bazıları bu işe pek önem verir gibi görünüyorlar, bazıları da pek sıkılmış gibiydi­ler. Ancak, hiçbiri, kırk yıldan beri, her hafta ok attığını söyleyerek övü­nen bir amatörü dinlememezlik edemiyorlardı.

Okçuların toplandığı yerin biraz solunda; yaşlı söğüt ağacının gölgesi altında bir tümsek vardır. Bunun bir yanından bir mezar taşı yükselmiş­tir. Burası, Padişah'ın odalığının mezarıdır. Gençliğinin, güzelliğinin ve yüzünün en parlak döneminde birdenbire ölmüş. Padişah, bu güzel oda­lığının ölümüne o kadar üzülmüş ki, tam iki yıl bu yüzden Kâğıthane Sarayı'na gelmemiş. Bu mezarlık, selamlık pencerelerinden gözükür ve sö­ğüt dalları arasında inildeyen rüzgâr sesi, selamlığın yaldızlı salonlarında oturanların kulaklarına kadar gelir. Sultan Mahmut'un bu odalık için duyduğu acılı anlarda ona bir şiir yazdığını duydum. Bunu ele geçirmek için çok uğraştım, ancak başaramadım. Bu odalık için çok üzüntü duyul­masına karşılık, bugün unutulup gitmiş. Mezarının yakınlarında dolaşan güzeller, şimdi onun kara yazgısını düşünemeyecek kadar kendi dünyalarmdalar... Böyleyken, Padişah'ın okunu bu mezarlıktan başka bir yöne atması, benim duygulu yanıma bir avuntu oldu.

Okçuların bulunduğu yerden ayrıldıktan sonra, yanımda bulunan bir Rum kadınla birlikte arabaya döndüm. Vadiden yukarı doğru çıkıyor-duk. Bu arada Azime Sultan'la buyruğundakilerin arabalarıyla karşılaş­tık. Sultan bizi görünce, arabasını durdurttu. Benim, Sarayı'nda ağırla­mak istediği Avrupalı bayan olup olmadığımı sorduktan sonra, çok ince­likli bir biçimde ve alçakgönüllülükle, hastalığı yüzünden benimle görü-şemediğine üzüldüğünü, ancak yakın bir zamanda bir gün Saray'da konu­ğu olmamı çok istediğini söyledi. Sonra, özel bir incelik belirtisi olarak da, yanındaki Arap cariyelerinden biriyle, önceden sözünü ettiğim ve be­nim sevimli dostum Emine Hanım'm adaşı olan çocuğunu arabama yol­ladı. Çok şık ve ağır giydirmişler di. Yavrucağın güzelliğine ve giysisine hayran olduğumu söyleyerek yeniden cariyenin eline verdikten sonra, Sultan beni selamlamak inceliğinde bulundu ve arkasından buyruğunda-kilerle birlikte uzaklaştı.

Araba ile gezintimizi sürdürdüğümüz zaman içinde, bir ressama ko­nu olabilecek grup grup toplanmış birçok insana rastladık. Hepsi sevinç içinde eğleniyorlardı. Güneş ışıklarıyla pırıl pırıl parlayan nehirde, kayık­lar gelip gidiyorlardı. Ulu ağaçlar, geniş dallarını çayırın üzerine uzatmış­lardı. Rüzgâr, sevinçli sesler getiriyordu. Bulut, geçip gitmişti. Güneş de, ışıklarını tepelerin üzerine yaymıştı. Uzun ve güneşli bir yaz gününün, Kâğıthane'den başka, dünyanın hiçbir yerinde, daha güzel geçirilebilece­ğini sanmıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Eski İstanbul Hayatı OSMANLI İmparatorluğunun merkezi  olan İstanbul, tarihi, değerli eserleri ve tabii güz...