23 Nisan 2012 Pazartesi

Kayıp demiryolu
 www.aksam.com.tr
09 Kasım 2003
Dalida ÖZATAY -Karanlık Kemerburgaz'ın üzerine çöktüğünde gözlerinizi kapatırsanız trenin size doğru yaklaşan sesini duyabilirsiniz. Lakin, bunu ancak gözlerinizi kapatarak hayal edebilirsiniz. Çünkü Kemerburgaz'da yıllar önce bulunun tren yolundan artık iz yok ama hikayesi Pirgos'un yerlilerinde gizli.
Kemerburgaz'da kayıp demiryolu hikayesini öğrenmek için köyün en eski kahvelerinden Köşk Kahvesi'ndeyiz. Burası eski bir Rum evi. İşlemeli tavanlı, ahşap döşemeli kahvenin duvarlarını ise bugün artık olmayan demiryolunun siyah-beyaz fotoğrafları süslüyor. Bizanslılar döneminde Pirgos olan Kemerburgaz'ın su yolları kadar demiryolu da dikkat çekiyor.
Pirgos'tan Karadeniz'e  Kömür taşınan bu hat, Enver Paşa döneminde inşa ediliyor. Kağıthane'den başlayan hat, Ağaçlı ve Çiftalan Kömür Madenlerine gidiyor. Bu bölümün yapımına 1914'ün sonunda başlanıp 1916'da bitirilmiş. Dar hat (dekovil) tarzında olan tren yolunun yapımında askeriyenin dışında sivil mühendisler de görev almış. Kağıthane Deresi'ni izleyerek Pirgos'a ulaştıktan sonra iki kola ayrılıyor. Her iki kol, Kemerburgaz'dan sonra bir çember oluşturarak Karadeniz kıyısına ulaşıyor. Hattın adı çeşitli kaynaklarda Karadeniz Sahra Hattı veya Haliç-Karadeniz Sahra Hattı olarak geçiyor. Buradaki "Sahra Hattı", dar hat ve dekovil hattı karşılığı olarak kullanılıyor.
Banyo treniTerkos Pompa İstasyonuyla Karaburun arasında çalışan dekovil, kömür taşıma işleminin dışında personel ve aileleri için de çalışıyordu. Yaz aylarında 16.00-16.30 saatleri arasında personel ve ailelerini denize götürüp 18.00-18.30 saatleri arasında da geri getiriyordu. Bu nedenle "banyo treni" adı veriliyordu.Dekovil, 1920'li yılların sonunda önce Kemerburgaz'dan Ağaçlı ve Çiftalan yönlerine gitmez olmuş. Bir müddet Kağıthane-Kemerburgaz arasında Silahlı Kuvvetler için çalışmış, 1950'lerin başında da lokomotif ve vagonları hurdaya çıkarılmış. Böylece demiryolu ömrünü doldurmuş.
Katarlardan geriye izi bile kalmayan dekovil hattının, ray ve traverslerinden göz önünde olanları hurdacılar ve göçerler götürmüşler. Daha sonra hattın orman içindeki bölümü de sökülmüş. Ahşap köprülerin son görevleri de orman işçilerini ısıtmak olmuş. Artık günümüzde Kağıthane-Kemerburgaz arasındaki hattan hiçbir iz yok. Kemerburgaz-Ağaçlı üzerinden geçen karayolu nedeniyle bu bölgedeki bütün izler de silinmiş. Bu gün bütün ahşap köprülerin ortadan kalkmış olmasına karşın, Kemerburgaz-Çiftalan güzergahının ray izlerine Belgrat ormanı içinde rastlayabilirsiniz.
Pirkos'un yerlisiKemerburgaz'ın bir özelliği de yerli halkın yüzde 70'inin Selanikli Türklerden oluşması. Demiryolunun hikayesini dinlerken yanımıza Pirkos'un eski sakinlerinden 75 yaşındaki Ali Günana geliyor. Günana, Selanik'ten 1923'te gelmiş. "Atatürk sayesinde" diyor. Bakın Kore gazisi Pirkos nasıl anlatıyor; "Pirkos eskiden çok güzeldi. Hiçbir kötü olay olmazdı. Kapılarımız her zaman açıktı. Ama sonra herşey değişti. Ormanlar tahrip edilerek yerine evler yapıldı. Zenginlerin yatağı oldu." Günana, bugün olmayan bir dispanser, papaz okulu ve kiliseden de bahsediyor. Kemerburgaz'ı unutmayan eski sahipleri de Yunanistan'dan sık sık ziyarete geliyor.

21 Nisan 2012 Cumartesi

4.MURAD  DÖNEMİ 

IV. Muratın  Revanı  fethettiğinde   oradan  İstanbula  getirdiği Mirgune  Yusuf  Han  için  Yaptırılmış  bir kasır  vardı.Cümle  Binası  acem  tarzı  üzere  yapılmış  olan   bu  kasrın  ‘dört  duvarı  billurdan  bir  de hamamı’ olduğu rivayet  edilir.   (Semavi  Eyice  -Taç)  Padişah buradaki bahçeye sık sık gelir, arkadaşı ile soh¬bet eder, eğlenirdi. Bahçe, Emirgüneoğlu Yusuf Paşa'nın idamından sonra padişah hasları arasına girmiştir. “Bu Kâğıthane köyünde Emirgûne Bahçesi Mesiresi: IV. Murad Han (—) tarihinde Revan'ı fethetti. Revan Hanı olan Mirgûne Yusuf Han'ı İstanbul'a getirip çimenlik yerde bu bahçeyi yaparak Mirgûne Han'a verdi. İbrahim Han tahta çıkışında Kara Mustafa Paşa, Acem'e kaçabilir diye Mirgûne Han'ı öldürür. Böylece bu bahçe padişahlara mahsus oldu. Ancak bütün yapıları Acem tarzındadır. Dört taraf duvarları billur camlı hamamı var ki dışardaki gülistan içindeki bülbüllerin yuvalarında yavrularına gıda verdiği görülür. Bu bağın dışında nice bin ağaç gölgesinde bütün âşıklar cilvelenip dinçlik kazanırlar.” Yapı Kredi Yayınlan - 1808 Edebiyat – 497 Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: istanbul Evliya Çelebi 1. Cilt - 2. Kitap  sayfa  442)

Evliya   çelebi  IV. Muradı  anlatırken  ilginç  bir  anekdot  verir : “Vezir saraylarından Karaağaç Yalısı: Deniz kıyısında karaağaç ile çevrilmiş bir yalıdır. Daha önce Defterdarzâde İbrahim Paşa bahçesi idi. Sultan IV. Murad, bu bahçenin havası ve suyu hoş geldiğinden daima bu bağda içer eğlenirdi ve binlerce kayık pereme¬ler ile Kâğıthane'ye gezintiye giden kimseleri seyredip armağanlar dağıtırdı. Hâlâ o İrem bağı Sultan IV. Mehmed Han'ın mülkü olup padişahlara mahsus bahçe oldu. Bostancı ustası ve hizmetçi bos¬tancıları vardır.” (Yapı Kredi Yayınlan -1807 Edebiyat-497  Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul Evliya Çelebi 1. Cilt -1. Kitap  sayfa  370)

kemerler

Evliya  Çelebi  kemerlerin  kuruluşunun  şöyle  anlatır “Süleyman Han (—) tarihinde 10.000 kese harcayıp bu yerden İstanbul'a bin bir göz köprüler ile pırıl pırıl su getirmiştir. Bu yapılar Süleyman [Peygamber] devi işidir ki insanın yapabileceği iş değildir. Bazı kemerler bir dağdan bir dağa kadar uzanmış olup üçer kat göklere baş çekmiş kehkeşân gibi kemerlerdir ki seyre değer.”   (Yapı Kredi Yayınlan - 1808 Edebiyat – 497  Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: istanbul Evliya Çelebi 1. Cilt - 2. Kitap  sayfa  444)

Kağıthane  suları

 

Kağıthane  sularının  dikkat  çekmesi oldukça  eskidir.  “Bizanslılar  zamanında  İstanbulun  su  ihtiyacı  Kağıthane  ormanlarından  sağlanmıştır. İmparator  Valens  tarafından  Belgrad  ormanlarından  bugünkü  Büyük Bentin  bulunduğu  yerde  bir  bent  inşa  edildiği ,Kağıthane  Deresi  kollarından  bir  kısmının sularını ızgara  ve havuzlarda  toplayarak  kemerlerle  kente  iletildiği  kayıtlıdır”  (Kağıthanede 18.ve 19. yüzyıl yapıları  Şura Kavalcı-Yüksek lisans  tezi- S.9-Ondokıuz mart  üniversitesi.)Kanuni  bu amaçla “ Mimar  sinanı  ve  suyolcu Nikolayı  görevlendirmiştir.Su  kemerlerinin ,havuzların ,su  bendlerinin  ve  su  yollarının  yapımı  için  40 milyon 263 akçe  harcanmıştır…Su  yollarına  zarar  verilmesinden  dolayı belli  bir  mesafeye  kadar bağ  ve  bağçe  yapılması  yasaklanmıştır. Kanuni  arada  bir  kağıthaneye  gelerek  İstanbul  su  yolları  ile  yakından   ilgilenmiştir.” (Kağıthanede 18.ve 19. yüzyıl yapıları  Şura Kavalcı-Yüksek lisans  tezi- S.15-Ondokıuz mart  üniversitesi.)

ŞEHZADELERİN SÜNNET  DÜĞÜNÜ

 

1530 Haziran ayında Kanuni Sultan Süleyman'ın oğulları Şehzade Mustafa ve Şehzade Mehmet ile Şehzade Selim'in sünnet düğünleri At Meydanı'nda başlamış ve üç hafta devam ettikten sonra Kağıthane sahrasında bir koşu ile sona ermiştir.    Peçevî der ki:

 “Sultan Süleyman’ın ogullarının sünnetleri için İstanbul’da At Meydanı’nda iki defa düğün olmuş.Bir Şevval 936 (1529) dan başlayıp yirminci gününde Şehzadeleri Mustafa,Mehmed ve Selim,Damat ve Sadrazam İbrahim Paşa sarayında sünnet olmuşlar.Dügünün sonunda Kağthane sahrasında at koşuları tertip edilmiştir.Bir de gayet uzun sırık dikilip ve en üstüne bir gümüş tas dolusu altın ok atıcılardan kim önce vurduysa onu mükafat olarak almıştır.Sonra yine aynı yerde Lütfi Paşa’nın sedaretinde 5.Zilkade 469 (1539) da yalnız Şehzade Bayezid’in Sünneti için azim masrafla 13 gün süren düğün yapılmıştır.” (HER DEVİRDE KAĞITHANE Ord. Prof. Dr. A.Süheyl ÜNVER)

KANUNİ VE MEZAR

Evliya  çelebi de  kanuni  ve  Kağıthane  üzerine  bazı  olaylar  aktarılır. Bunlardan  biri  de  şudur    “Bir gün Süleyman Han av için Kâğıthane'ye giderken şehit Şehzade (—) nin kabrine  uğrayıp  "Hay zalim padişah olurmuş, yoksa böyle olurmuş" derken hemen şehzadenin kabrinden kara bir duman çıkar, Süleyman Han'ın atı ürküp Süleyman Han yere yuvarlanır. Bütün musahipler attan ayrılıp mezarlık içinde bir feryat ve gürültü kopar.  Süleyman Han'ı yaya bir köşede ah çeker halde bulurlar. Sarı  Rüstem Paşa'nın yüzü ve Çarkap Ali musahibin yüzü simsiyah olmuş. Bu hâle hayran kalıp ol günden Süleyman Han'ın sağ ayağı nikriz hastalığına tutuldu. Kaysunizâde tedavi ederdi. Rüstem Paşa'run yetmiş gün yüzü kara olup divana varmazdı. Yüzünün bir kat derisi yüzülüp yine sarı benizli oldu. Meğer o mazlum şehzadenin öldürülmesine sebep Rüstem Paşa ve Çarkap musahip olmuşlardı. Orada Süleyman Han, "İlahî Rüstem âhirette yüzün kara olsun, bizi kana ortak ettin" diye Rüstem"e beddua ederler.

"Mekr-i Rüstem" Şehzadenin şehit edilmesine tarih düşmüştür; sene 960 [1553].” (Yapı Kredi Yayınlan -1807 Edebiyat-497 Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul Evliya Çelebi 1. Cilt -1. Kitap  sayfa  308)

 İLK  ÇEVRE   PROJESİ  KAĞITHANE İÇİN

“Osmanlıların İstanbul'daki ilk yöneticisi Fatih Sultan Mehmed, dünyanın ilk çevre yönetim projesini Haliç için çıkarmıştır. Haliç kıyılarını dolduran erozyonun önlenmesi için Alibeyköy ve Kağıthane'nin Halic'e bakan yamaçlarının ağaçlandırılmasını ve Haliç kıyılarından bir fersah (5685 metre) uzaklığa kadar yonca, eğrelti otu ve çalı süpürgesi türü bitkilerle donatılması kararı çıkartılmıştır. Ayrıca Haliç tabanından aldıkları alüvyonlu topraklarla seramik yapan ustalar da vergiden muaf tutulmuştur. Fatih Sultan Mehmed'in emri ile Haliç bölgesindeki kıyılarda büyükbaş hayvan otlatımı ve de ziraat yasaklanmıştır.

Ayrıca Fatih Sultan Mehmed tarafından Halic'e akan ve İstanbul'un diğer bölgelerinde de bulunan tatlı su derelerinin toprak erozyonundan korunması için "Fundacı Takımları" kurulmuştu. Bu teşkilat daha sonra Cumhuriyetin kurulmasıyla kaldırılmıştır. Sık sık meydana gelen İstanbul yangınları karşısında şehrin yeşil dokusunu hızlı bir şekilde onarabilmek için 17. yüzyılda tropikal bölgelerden her şartlarda yetişen ve yayılan Aylandus' ağaç fideleri getirtilmiştir.

Köşk ve kasırların inşası akabinde, çevre düzeni olarak da zorunlu görülen özel koru niteliğinde ağaçlıkların oluşturulması şartı getirilmiştir. Boğaziçi ve Haliç kıyılarının ağaçlandırılması bu surette gerçekleştirilmiştir. Haliç kıyılarının bir kısmını oluşturan Karaağaç Mevkii ve Aynalıkavak, burada diktirilmiş olan karaağaç ile kavaklardan ismini almıştır.”  

İMRAHOR/  MİR-İ  AHUR

Öte yandan İstanbul'un fethinden sonra Kağıthane  ,  sarayın ve İstanbul halkının gereksinimi olan sebze ve sütün bir bölümü buradaki ağıl ve bostanlardan sağlanmıştır. Ayrıca   Geniş ve niteliği yüksek çayırları nedeniyle sarayın atları burada otlatılmaya başlanır. Saray ahırlarının ve hayvanlarının sorumlusu "Mir-i Âhur" un makam köşkü Kağıthane'ye kurulur.

Evliya  çelebi  bu  köşkü  şöyle  anlatır “Sonra Mîrâhûr Köşkü Mesiresi: Kâğıthane Nehri kenarında bir çimenlik yerde ahşap yapı süslü bir köşktür. Osmanoğulları padişahlarının atları bu otlakta çayırlar. Istabl emiri bu köşkte otu¬rup padişaha bu köşkte ziyafet verir. İki cevahir takımlı küheylân atlar hediye verir. Diğer musahipleri ve veziriazamı da yelkenduz atlar çeker. O da padişahtan bir samur giyip hisselenir ve on kölesini has hareme rica edip çerâğ eder. Yeryüzünde benzeri olma¬yan büyük çınarlar gölgesinde bir dinlenme yeridir ki Osmanoğulları padişahlarının seçkin ve soylu küheylân, cilfidan, tureyfî, manek, musâfaha, mahmudî ve silâvî (—) sabâ (seher yeli) gibi süratli atlarının otlağı geniş ve yeşillik bir alandır ki burada biten yulaf, tirfil, yonca, ayrık, karafirik ve sarıfirik gibi otlar bir diyarda olmaz. Ancak Erzurum'da Pasin sahralarında, Muş ovalarında, Soğanlı vadilerinde, Bingöl ovalarında, Van'da, Salmas ve Tercan kırlarında ve deşt-i Kıpçak'ta olur. Tâ bu derece Kâğıthane Çayırı dünyaca meşhur çayırdır. Çok zayıf, arık bir at on gün o otlakta yulaf yese mahmudî fili gibi semiz ve iri olur.

SATIR  ARALARINDA  KAĞITHANE

ANKARA HARP OKULU BİNASI İNŞAATI VE MEKTEB-İ HARBİYE’NİN İSTANBUL’DAN ANKARA’YA TAŞINMASI
(Arşiv Belgelerinin Işığında)
                                                       Öğ. Kd. Bnb.  Dr. Ali GÜLER*
... 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı gün, “İstanbul İhtiyat Zabit Namzetleri Talimgahı” kapatıldı ve aynı yerde “Muvazzaf Zabit Namzetleri Talimgahı” açıldı. Bu yeni talimgah, 1918 yazından 1919 Kasımı’na kadar devam etti. Öğrenciler, eğitimlerinin yanı sıra Kayış Dağı’nda türeyen ve Bostancı, Maltepe ve Pendik havalisinde baskınlar yaparak Türkleri katl ve mallarını yağma eden Rum çetelerine karşı, bu havalinin emniyet ve güvenliğini de sağlıyorlardı.Pangaltı’daki Harbiye binasının başına gelenler, Muvazzaf Zabit Namzetleri Talimgahı’nın da başına gelmiş; Rumların da teşvik ve tahrikleri ve İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General Wilson’ın emri ile bir İngiliz subayı da Talimgah’a gelmiş, “Pendik’ten Kartal’a kadar olan yerlerin 24 saat içinde tahliye edilmesini, bu sürenin bitiminde İngilizlerin buraları işgal edeceklerini, Talimgahın malı olduğu halde nakledilmemiş her ne görülürse İngilizler tarafından müsadere edileceğini” bildirmiş ve hiçbir söz dinlemeden dönüp gitmiştir. Ağırlıkları Pendik’te bulunan Talimgah, Harbiye binası da göz önünde bulundurularak 48 saate çıkartılan süre içinde öğrencilerin de yardımlarıyla Pendik’ten Bostancı’ya taşındı.
 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgal kuvvetleri tarafından resmen işgali üzerine Harp Okulu 20 Nisan 1920’de tekrar kapandı. Öğrencilerin izinli olduğu ve okulda 20 kadar öğrencinin bulunduğu bir Cuma günü, işgal kuvvetleri bir baskınla okulu işgal ettiler. Bunun üzerine, alınan bir kararla eğitim ve öğretim lağvedilmiş, durum evci olanlara da gazetelerle, “tekrar davet edilinceye kadar mezun oldukları” şeklinde duyurulmuştur. Evci olmayan öğrenciler ise, okulun eşyaları ile birlikte 1 Mayıs 1920’de tekrar Kuleli’ye nakledilmişlerdir.
 Harp Okulu öğrencileri burada da rahat bırakılmamış, İşgal kuvvetleri 5 Temmuz 1920’de binayı “Ermeni Yetimhanesi” yapmak gerekçesi ile işgal ettiler. Ermeni yetimlere yer bulunurken, Türk öğrenciler sokağa atılmıştı. Açıkta kalan öğrenciler, bir kısım eşyalar ve okulun kayıt defterleri ile birlikte, Kağıthane’deki “Ordugah”a nakledildiler. Burada 6 Temmuz 1920’den, 1 Ağustos 1920’ye kadar, 25 gün kaldıktan sonra, Harp Okulu öğrencileri Eyüp’teki “İplikhane binası”na, Kuleli öğrencileri de Maçka Kışlası’na taşındılar. Harp Okulu’nun taşındığı İplikhane Binası, çok harap olmuş bir bina idi ve okulun eşyalarını ancak alabilecek büyüklükteydi. Öğrencileri de azalmıştı.Maçka’ya taşınan Kuleli öğrencileri, bir süre sonra Beylerbeyi’ne nakledildiler. 26 Aralık 1920’de Eyüp İplikhane’deki Harp Okulu, Maçka Kışlası’na taşındı ve ismi “Zabitan Mektebi” oldu. 12 Eylül 1921’de Maçka Kışlası da İngilizler tarafından işgal edildi. Harp Okulu bu sefer “Zeytinburnu Kışlası”na taşındı. Burada 15 Eylül 1921’den 16 Ağustos 1922’ye kadar kalan İstanbul’daki Harp Okulu veya son ismi ile “Zabitan Mektebi”, 1922 Ekimi’nde lağvedildi. Bu tarihlerde Anadolu’da, yine Harbiyelilerin önderliğinde gerçekleştirilen Milli Mücadele başarıya ulaştırılmış, düşman İzmir’de denize dökülmüş, Milli Kuvvetler, İstanbul kapılarına dayanmış bulunuyordu.
*Selçuk Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi
ATA DERGİSİ
Sayı:9
Konya-2002


Kağıthane ve Sanayi


 Sadabat deyince aklımıza hep eğlence gelir. Oysa Sadabat  Osmanlı döneminde  sanayi tesislerine de sahip bir bölge idi. Üstelik bu  Savaş sanayi gibi can alıcı bir  türdü. Sadabadın  bir Baruthanesi  vardı.
    1490 yılında  bir  yıldırım  düşmesi  sonucu meydana  gelen  patlamada  yokolan Atmeydanı Baruthanesinin  yerine ,kağıthanede II.Bayazıd  tarafından ikinci bir  baruthane  inşa  ettirildi .  I.Süleyman  döneminde  ,buraya  cebehane  ocağından  barutcu başı, barutcu kethüdası ve  gereği  kadar barutcu  çavuşu ve 200 nefer  memur  edilmişti.   Evliya Çelebi, Kağıthane' deki  baruthaneyi de o kendine mahsus üslubuyla şöyle anlatır.
     "Bu baruthaneyi önceleri Süleyman Han kağir olarak inşa ettirip üzerine kurşun kaplatmıştır.Ama kubbesi kağir değildir. Cebehane Ocağı'ndan barutçubaşı, kethüdası , çavuşları ve iki yüz neferi vardır.Bu arada yüz adet tunç havan vardır ki, her biri onar kantar gelir. Ve türlü türlü çarklar olup görmeye değer. Derenin üstünde çarkları ve dolapları olup, bentleri açıp dolapları dönmeye başlayınca kırk , ellişer kıyye demir desteler vurur, havanların içine barutu döküp bütün çalışanlar sopalarla barutu karıştırırlar, Allah göstermesin ,demir el havana dokunursa ateş açıp bütün işçiler ebabil kuşu gibi havaya uçarlar ki, kazalı bir yerdir. Seyretmesinde güzellik yoktur.Bu çarkların vurmasından gök gürültüsüne benzer bir ses çıkar ki insanın aklı durur!" Aklı olan ,baruthanenin çevresindeki manzarayı uzaktan seyrettikten sonra Kağıthane Tekkesi' ne gidip can sohbetleri eder”  diyor. Burada barut imal edilmesi Sultan İbrahim dönemine kadar sürmüştür.
     Bu imalathaneler dışında Kağıthane de  Un değirmenlerin bulunduğu bilinmektedir.

İlk Sadabat Eğlencesi


Damad İbrahim Paşa’nın 1719 baharında Kağıthane de verdiği eğlenceli  ziyafette cirit  gösterileri, at  koşuları, pehlivan güreşleri yapılmıştır. Bu da  lale  devrinin ilk eğlencesi olarak değerlendirilebilir .

Sadrazam İbrahim Paşanın Kağıthanede verdiği bu kır şöleni , Padişahın çevreyi tanıyıp sevmesine belki de Sadabatın kurulmasına neden olmuştur

Kağıthane ve Şifa
Kağıthane ve Alibey derelerinin birleştiği yerde 1949 yılında yapılmış olan Arkeolojik kazılar M.Ö. 2. yüzyıldan kalan bazı yapılara işaret etmektedir. Bizanslı Dionisios bu derelerin birleştiği yerde yapılmış Semestra Sunağı çevresinde bir yerleşimden bahseder. 1544’den 1550’ye kadar kentte bulunan Gilles Bizanslı Dionisios’u referans göstererek, Haliç’in eski çağlarda temiz suları, yeşil tepeleri ve koyları ile güzel bir yer olduğunu belirtir.
Bölge hakkında  en erken bilgiler Theodosius II’un arkadaşı Paulinus tarafından verilmektedir. Bu bilgiler Aziz Kosmas ve Damianus adlarına yaptırılmış bir kilisenin varlığına işaret eder. (Van Millingen 1899=170) Manastır büyük bir olasılıkla 5.yüzyılın ikinci yarsında yapıldı ve daha 6.yüzyılda yurt ve hamamı olan popüler bir şifa yeri oldu. 626’daki Avar kuşatması sırasında yıkılan manastır, 10.yüzyılda Michael IV (1034-1041) tarafından çeşitli eklemelerle daha geniş bir biçimde ve binayı bir duvarla çevreleyerek yeniden inşa ettirilmiş ve 15.yüzyıla kadar tamamı değilse bile bazı bölümleri ile varlığını sürdürebilmiştir.


Sâdâbâd mı, Sâidabâd mı?


Lûgât-ı Târihiyye ve Coğrafiyye'de şöyle bir kayıt vardır : «Dersaadet'de Kâğıthane mesiresine Sâdâbâd tesmiyesi sahih değildir. Sahihi Saîd Âbâd'tır. Zîra Kâğıthane'yi ve çağlayanları sard-ı esbâk Sait Paşa 1740' 1153 târihinde Fransa'da gördüğü «Versailles» çağlayanlarına taklîden yaptırmış ve onun namına nisbetle şöhret bulmuştu».
Muhakkak ki, böyle «Said-Âbâd» lâfzını ancak bu kayıttan öğreniyoruz. Taa Sultan III. Ahmed zamanında burası «Sâdâbâd» diye anılmakda. Devrin şâiri Nedim de «Sâîdâbâd» demektedir.
28 Çelebi Mehmet Efendi Paris'e sefaretle gönderildiğinde refakatinde bulunan oğlu Said Paşa ile birlikde Versailles'i de görmüşler ve avdetlerinde bunu hikâye etmişlerdir. Her devirde târihimizde gözden kaçmayan gizli kıskançlıklar burasının «Sâîdâbâd» olarak adlandırılmasına mâni. Sonra 1153 târihi de doğru değildir. Başka hiç bir kaynakta da «Sâîd-âbâd» tesmiyesi işitilmemiştir.
*(HER DEVİRDE KAĞITHANE Ord.Prof.Dr. A.Süheyl ÜNVER)


İlk İlaç Fabrikası Kağıthane’de


Türk alimi, tabibi, tarihçisi. 1771’de İstanbul’da doğdu, 1826’da Tire’de vefat etti. Ailesi çok varlıklıydı, ailesinin Ortaköy’deki yalısında dünyaya geldi. Dedesinin mesleği olan tarakçılığa nispetle Şanizade lakabıyla anılır. Eğitiminin daha ilk yıllarında, özellikle de tıbba ve matematiğe karşı büyük ilgi duymaya başladı. Çok yönlü bir alim, gerçek bir hezarfen olan Mehmet Ataullah Efendi’den Latince, İtalyanca, Fransızca ve bir miktar da Almanca dersleri aldı .Tarihi kayıtlar bize Şanizade’nin Süleymaniye Tıp Medresesinde dönemin en önemli hekimlerinden Hekimbaşı Numan Naim Efendi’den ders aldığını, dışarıdan gelen yabancı hekimlerle sık sık görüşerek mesleki bilgi alışverişinde bulunduğunu, hem teorik ve hem de pratik tababet uygulamaları içinde olduğunu aktarmakta. Özellikle tıp alanındaki verimi gerçekten öncü çalışmalardan oluşuyordu. Şanizade, tıp terimlerini ilk defa Türkçe’ye çevirmiş, ilk resimli anatomi kitabını basmıştı.
Kavanin-i Cerrahin (Cerrahların Kanunları) kitabında bölüm bölüm cerrahi rahatsızlıklara yer vermiştir. Önce hastalıkların türleri, ardından nedenleri, belirtileri, ilaçları ve nihayet yapılması gereken cerrahi müdahaleleri içeren kitap, cerrahlar için bir rehber mahiyetindedir.
Mizan-ül Edviye basit ve bileşik ilaçlar üzerine bilgiler veren Müfredat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların İlkel Maddeleri) ve Mürekkebat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların Bileşimleri) isimli iki yapıttan mürekkeptir. Bu kitaplarda ilk kez yüksük otu (digitali)’nun fizyolojik etkileri anlatılır. 1801’de Jenner’in çiçek aşısı üzerine yaptığı çalışmaları üç yıl sonra çevirmiştir. 1811’de Jenner ve Mardini’nin bu çalışmalarını inekler üzerinde denediklerini öğrendiğinde, bunu Kâğıthane’deki inek çiftliklerinde başarıyla tekrarlamış ve çiçek aşısı elde etmiştir. Burada bir aşı merkezi kurmak istemişse de ihtiyacı olan desteği bulamamıştır. Sultan Abdülmecit’in çiçek olmasını müteakip, bu destek kendiliğinden sağlanmış, İstanbul/Osmanlı bir aşı merkezine kavuşmuş, çiçek aşısı da zorunlu hale gelmiştir. 1812 yılında İstanbul’da başgösteren veba salgını sırasında onca gayretine karşın, karantina uygulamasında başarılı olamamıştır. İstanbul’da ilk modern karantina 20 yıl sonra uygulanmıştır.



Kanuni Kağıthane’de



Evliya Çelebi de Kanuni ve Kâğıthane üzerine bazı olaylar aktarılır. Bunlardan biri de şudur “Bir gün Süleyman Han av için Kâğıthane'ye giderken şehit Şehzade (—) nin kabrine uğrayıp;
"Hay zalim padişah olurmuş, yoksa böyle olurmuş" derken hemen şehzadenin kabrinden kara bir duman çıkar, Süleyman Han'ın atı ürküp Süleyman Han yere yuvarlanır. Bütün musahipler attan ayrılıp mezarlık içinde bir feryat ve gürültü kopar.
Süleyman Han'ı yaya bir köşede ah çeker halde bulurlar. Sarı Rüstem Paşa'nun yüzü ve Çarkap Ali musahibin yüzü simsiyah olmuş. Bu hâle hayran kalıp ol günden Süleyman Han'ın sağ ayağı nikriz hastalığına tutuldu. Kaysunizâde tedavi ederdi. Rüstem Paşa'nun yetmiş gün yüzü kara olup divana varmazdı. Yüzünün bir kat derisi yüzülüp yine sarı benizli oldu. Meğer o mazlum şehzadenin öldürülmesine sebep Rüstem Paşa ve Çarkap musahip olmuşlardı. Orada Süleyman Han, "İlahî Rüstem âhirette yüzün kara olsun, bizi kana ortak ettin" diye Rüstem "e beddua ederler. "Mekr-i Rüs¬tem" Şehzadenin şehit edilmesine tarih düşmüştür; sene 960 [1553].”

Emirgan Kağıthane Kardeşliği


V. Murat, İran seferi sırasında Erivan'ı kuşatmıştı. Kaleyi korumakla görevli Emir Güne Han, şehri savaşsız bir şekilde Osmanlı Devleti'ne teslim etti. Kale komutanının bu davranışı hoşuna giden IV. Murat, kaleyi Osmanlı Devleti'ne savaşsız bir biçimde teslim etmesinden dolayı İran'a dönme olanağını artık yitirmiş bulunan Emir Güne'yi alıp İstanbul'a getirdi ve o zamana kadar "Feridun Bey Bahçeleri" adıyla anılan bugün Emirgan'ın yer aldığı semti kendisine bağışladı. Mirgune Yusuf Han için Kâğıthane’de de yaptırılmış bir kasır vardı.  Padişah buradaki bahçeye sık sık gelir, arkadaşı ile sohbet eder, eğlenirdi. Bahçe, Emirgüneoğlu Yusuf Paşa'nın idamından sonra padişah hasları arasına girmiştir.
Evliya Çelebi bu konuda şu bilgileri vermektedir. “Bu Kâğıthane köyünde Emirgûne Bahçesi Mesiresi: IV. Murad Han (—) tarihinde Revan'ı fethetti. Revan Hanı olan Mirgûne Yusuf Han'ı İstanbul'a getirip çimenlik yerde bu bahçeyi yaparak Mirgûne Han'a verdi. İbrahim Han tahta çıkışında Kara Mustafa Paşa, Acem'e kaçabilir diye Mirgûne Han'ı öldürür. Böylece bu bahçe padişahlara mahsus oldu. Ancak bütün yapıları Acem tarzındadır. Dört taraf duvarları billur camlı hamamı var ki dışardaki gülistan içindeki bülbüllerin yuvalarında yavrularına gıda verdiği görülür.”  
(Yapı Kredi Yayınlan - 1808 Edebiyat – 497 Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: istanbul Evliya Çelebi 1. Cilt - 2. Kitap  sayfa  442)

15 Nisan 2012 Pazar

Yunan Mitolojisinde Kağıthane



Kâğıthane ve varoş… Ne kadarda bütünleşmiş görünüyor değil mi? Bugünler için belki bu doğru bir ifade olarak gözükse de tarihin sayfalarına yapacağımız bir yolculukta bunun hiç de böyle olmadığını göreceğiz. İlkçağ müelliflerinden Miletoslu Hesykios'a göre Byzantion'un efsanevî kurucusu Byzas'ın annesi olarak kabul ettiği Keroessa Kâğıthane’de doğmuştur. Bu sebeple Keroessa adını Haliç’in eski adı Keras’tan almıştır. Kâğıthane’nin tarihteki yerini öğrenmek içim önce eski Yunan mitolojisine gitmemiz gerekecek. İlginç olacak, Kâğıthane ve eski yunan mitolojisi. Buyrun;

Efsaneye göre, Argolis şehrindeyiz. İo bu şehirde yaşamaktadır... ;İo Argos kralı İnakhos 'un kızı.' İo, babası için, güzelliğinin yanında, zekâsıyla da ayrı bir övünç kaynağı oluyordu. Babası onu, Argos'daki Hera Tapınağı'na rahibe olarak vermişti. Kral kızı olması ister istemez herkesin gözünün üzerinde olmasına neden oluyordu. İo güzelliği ile birinin daha ilgisini çekmişti. Bu Zeus'dan başkası değildi. Zeus'un onunla ilgilenmeye başlaması, genç kızın bu karşı konulmaz gücün etkisine kapılmasına neden olmuştu. Genç kız, hiç bitmeyecek gibi gördüğü bir mutluluğu yaşıyordu.

Yine bir gün, Zeus İo'nun yanına indiğinde, eşi Hera'nın güçlü gözlerinden saklanmak için dünyanın yüzünü kara bulutlarla kaplamıştı. Hera, Olimpos'ta Zeus'un dönmesini beklemiş fakat Zeus’un dönüşü geciktikçe gecikmişti. Bundan şüphelenen Hera, aşağıya baktığında bulutlardan başka bir şey görememiş, bunun Zeus 'un bir oyunu olduğunu derhal anlamıştı. Zeus ölümcül bir hata yapmış, Hera 'nın rüzgârlara hükmettiğini unutmuştu. Hera, emrindeki fırtınalar bekçisi Eolos 'u yanına çağırdıktan sonra, bulutları dağıtmasını istemişti ve korkunç fırtına patlak vermişti. Zeus hatasını son anda anlamış ve İo 'yu beyaz bir inek şekline sokmuştu. Böylece İstanbulun hikâyesi başlıyordu. Dolayısı ile kağıthanenin. Niye mi? Buyrun izlemeye devam edelim ve sorumuzun cevabını bulalım.

Bu hareketi Zeus'un İo'yla beraberken yakalanmasına engel olmuştu. İneğe bakan Hera, bunun nerden geldiğini sormakta gecikmemişti. Zeus ise, güvenle "topraktan" demişti. Bu güzel inekten şüphelenen Hera, Zeus 'a ineği kendisine istediğini söylemişti. Zeus, Hera 'yı fazla şüphelendirmemek için, ineği ona vermişti çaresizce. Nasıl olsa belli bir zaman sonra Hera inekten sıkılacak, o da bir yolunu bulup ineği tekrar eski güzeller güzeli haline sokabilecek diye aklından geçirmekte gecikmedi.

İneğin güzelliğindeki büyülü ışıltıdan şüphe eden Hera, bu olağanüstü yaratığın başına yüz gözlü dev Argos 'u dikmeye karar vermişti. O, hiçbir zaman uyumayan, uykusu geldiğinde bazı gözlerini kapayıp, diğerleriyle etrafı gözleyen, başını bir çember gibi çevreleyen gözleriyle arkasından yaklaşanı bile gören bir yaratıktı. Zeus, güzeller güzeli İo 'yu kurtarma planları yapmaktaydı. Kendisi Argos'u öldürürse, zaten şüphesi olan Hera her şeyi anlayacak ve karısını kaybedecek ya da İo 'yu bir daha göremeyecekti. Düşündü, taşındı, sonunda çıkar bir yol buldu.

Bu işi başaracak biri varsa, o da Hermes'dir diye düşündü kendi kendine. Hırsızlar kralı ve "Tanrıların habercisi" Hermes'i çağırdı ve gizlice bütün olanları anlattı ona. Hermes, üstün meziyetlerinden biri olan zekâsının yardımıyla hemen bir plan yaptı. Hermes, İo yu kurtarmak için düşündüğü planı yaptıktan sonra, uygulamak için hemen harekete geçti. Argos çok güçlü bir yaratıktı, onu ancak zekâsı ile alt edebilirdi. Bu düşünceleri sonunda Hermes hemen uyku tanrısı Hypnos'un sarayında aldı soluğu. Hypnos, sarayında rüya meleklerinin uçuşmaları arasında tütsü ve çeşitli uyuşturucu bitkilerin kokularıyla mayışmış bir halde tatlı uykusundaydı o sırada. Yavaşça yaklaşarak Hypnos'un kulağına eğilip, onu hiddetlendirmemeye çalışarak fısıltı ile dileğini söyledi. Hypnos, tanıdık sesin geldiği yöne doğru bir gözünü yarı açarak baktıktan sonra, masasının üzerindeki bitkileri işaret ederek eliyle, onlardan alabilirsin edasıyla başını sallamıştı. Hermes bir avuç kadar bu Çiçeklerden alıp sarayı terk etti. Herrmes, dışarı çıkar çıkmaz üzerindeki elbiselerini çıkartıp eski bir çoban giysisi giydi.

Herrmes, İo ile Argos'un bulunduğu Lema çayırlığına doğru yaklaşmaya başladığında tatlı bir melodi tutturur. Kavalına koyduğu çiçeklerdeki uyuşturucu koku üfledikçe etrafa yayılırken, hermes'in çevresinde de koruyucu bir kalkan oluşturur. Sesin geldiği tarafa bakan ve Hermes'in yaklaştığını gören dev, bir anda ayağa fırlayarak haykırmaya, elindeki dev palayı sallamaya başlar. Hermes ise kavalı daha çok üflerken, giderek daha fazla yaklaşmıştır Argos'a. dev kokunun etkisiyle sersemlemeye başlamış, artık bağırışları anlamsız sesler halini almıştır. Uyumamak için zor durur, gözlerinin birini bin bir güçlükle açarken öbürü kapanır, ayakta durmakta zorlanır. Artık bütün gözleri kapanmıştır. Hermes kavalı çalmayı keser kesmez, bir vuruşta devin kafasını gövdesinden ayırır. İo artık serbest bir şekilde çayırda hoplayıp zıplamaya, özgürlüğünün tadını çıkarmaya başlar. Bu sırada Zeus 'un, onu eski şekline döndürmesini beklemektedir. Ama Daha Zeus gelmeden Hera durumu öğrenmiş, sinirden deliye dönmüştür.

Hera bu sefer ineğin başına bir at sineği salar. At ineği, beyaz ineği nereye gitse takip edip devamlı ısırmaktadır. Bu ısırıklara daha fazla dayanamayan İo, kendini yollara vurur koşar koşar... Önce batıya doğru koşar İo. Dağlar tepeler aşarak bir denize gelir, -ki burası sonradan İon Denizi diye anılacaktır- sinek hala peşindedir.

Zeus 'dan hamile kaldığını yolda öğrenecektir. Kahredici sinek devamlı ısırdıkça her tarafı acıdan yanmaktadır. Bazen izini kaybettirip biraz dinlenebilmesine rağmen sinek onu mutlaka bulmaktadır. İzini kaybettirmeyi başardığı bir sırada sığınacağı güzel bir yer bulur ve bir su perisi olan Semestra 'nın yardımı ile tatlı bir kız çocuğu dünyaya getirir.

Burası Barbissos (Kâğıthane) ve Kidaros (Alibeyköy) dereleri arasında bir koya (Haliç) bakan ağaçlıklı bir tepedir. Kızına "boynuz" anlamında Keroessa adını verir. Yanında yalnız bir kaç gün kalabilir; izi yine bulunmuştur İo'nun .. Minik yavrusunu, bir su perisi olan Semestra 'nın himayesine bırakarak ayrılır oradan. Yine çılgınca koşmaya başlar. Artık kalbinin acısı ısırıkları duyurmasa da, o yine koşmaktadır.

Aradan geçen yıllarda, su perisi Semestra 'nın büyüttüğü Keroessa da annesi İo gibi çok güzel bir kız olmuştur. Bu güzellik birçok erkeğin Keroessa 'nın da etrafında dolaşmalarına neden olmaktadır. Ama kader aynıdır. Keroessa da annesi gibi gönlünü denizlerin büyük gücü Poseidon’a kaptırır. Poseidon güzel kızı görmüş, çok beğenmiştir. Onun güzelliği ve narinliği Poseidon 'un öfkesinin ve kabalığının törpülenmesine neden olmaktadır. Bu bakımdan birçok kişi bu beraberliğe ses çıkaramaz. Çünkü Poseidon hiddetlendiği zaman karşısında durulmaz bir hal alıp, önüne geleni ezip geçmektedir. Poseidon ile yine bir Tanrı soylu olan Keroessa'dan doğan çocuğun, tarihin en nadide şehirlerinden birisinin kurucusu olacaktır.

O çocuk, Bizas'tır! Kuracağın şehirde Bizans.

Evet, sizler de okudunuz perilerle, güzelliklerle anılan Kâğıthane’nin İstanbul’un kuruluşunda ne kadar önemli bir yer aldığını. İstanbul'da ilk yerleşme bu efsanede belirtildiği gibi etrafı verimli topraklarla çevrili olan, her türlü deniz ürününün bol olarak elde edilebildiği, denizcilere güvenilir bir sığınak sağlayan bu bölgede olmuştur.17 ciltlik Geographumena veya Geographika (Coğrafya) adlı yapıtı ile dünyanın ilk Coğrafyacısı olarak bilinen Amasyalı meşhur coğrafyacı Strabon*, toprağın içine altmış "stadium" boyunca giren Haliç’in geyik boynuzunu andırdığını, kollara ve koylara sahip bulunduğunu, akıntının buralara kadar sürüklediği palamut balığının çok bol olduğunu ve elle bile tutulabildiğini bildirir.

Mısralarda Kağıthane

Leyla Hanım, Moralı Zâde Hâmid Efendi'nin kızı ve Keçecizâde İzzet Molla’nın yeğeni. Çocuk denecek yaşta babasını kaybetti. Dönemin ünlü şairleri ve dayısı olan Keçecizade İzzet Molla'dan özel ders aldı. Saray kadınlarıyla yakın ilişkisi olduğu bilinen, iyi eğitimli ve çok kültürlü bir şair. Hazır cevaplığı ve şakacılığı ile de tanınır. Mevlevî tarikatına katıldı. döneminin koşullarında bir kadın için serbest sayılabilecek söyleyişiyle dikkat çeker. Edebî bir çevrede yaşadığı için verimli bir şair. Şiir dili açık ve sade. Bir Divanı var. 1848'de yaşamını yitirdi. Galata Mevlevihanesi kabristanında toprağa verildi.

Onu "Zeynep Hatun, Mihri Hatun, Fıtnat Hanım ve Şeref Hanım" ile birlikte divan şiirinin en önemli beş kadın şairinden biri olarak kabul etmek gerekmektedir.
Şakaya ve espriye oldukça düşkün olan Leyla Hanım'ın şiirlerinde İstanbul, belli başlı konular arasında 'yer alır. Eğlenceye düşkün kişiliği, şiirlerine de yansıyan Leyla Hanım aristokrat zümrenin mesire eğlencelerini de zaman zaman yad etmektedir. Özellikle şarkılarında Boğaziçi Kağıthane, Bahariye, Küçüksu gibi muhitlerin sazlı sözlü meclislerini tecrübeleriyle şiire aktarmıştır.
Sürdüğüyçin payine rüy-i niyaz
Reşk-i mevadır bahariye bu yaz
Dinle bülbül çaldırıp ney ince saz
Kasr-ı Kağıthane’de eyle Safa

Abdülhamid’in tahta çıktığı saray



Sultan Abdülaziz zamanında II.Mahmud'un kızı Atiye Sultan için yaptırılmıştır. Saray, dönemin Batı üslubu mimarisini taşıyor. Atiye Sultan Sarayı’nda (Kağıthane Kasr-ı Hümayunu) şehzadeliğini geçiren İkinci Abdülhamid, tahta buradan çıktı. İkinci Abdülhamid, Kağıthane’de yaptırdığı tamiratlar sırasında Atiye Sultan Sarayı’nın önüne Yeni Çeşme’yi yaptırarak Ayazma Suyu’nu buradan akıtmıştı. Saray, birbirinden bağımsız 6 ayrı binadan oluşan bir bütünsel yapıdır. İttihat Terakki döneminde dönemin güçlü ismi Sadrazam Mahmut Şevket Paşa, Atiye Sultan Sarayı’na 1910 yılında el koyarak Astsubay Okulu (Küçük Zabit Mektebi) yaptı. Cumhuriyet Döneminde 66. Piyade Taburu binası olur. 1970'lerin ilk yarısında askeriyenin boşalttığı kasır binası bölge halkı tarafından peyderpey sökülür. Sarayın arkasında yer alan tay ahırı ve av köşkü zamana ve insanların bilinçsizliğine yenilir.

2005’te yapı İl Özel İdaresi’ne tahsis edilir. Yapılan restorasyonlar ile günümüzde Hükümet Konağı olarak hizmet vermektedir.

PADİŞAH Sadabad’da


Her ziyafette, devlet erkânı davet edilmeden hazır bulunur, gereken kimselere davetiyeler gönderilirdi. Şeyhülislâm’ı, Reisülküttap ve Yeniçeri Ağası’ndan başka bütün devlet erkânını Kethüda davet ederdi. Ziyafetlerde her günkü sarık ile ferace samur kürk giyilir; atlara kemerraht vurulurdu. Bütün devlet erkânı, Üçüncü Ahmed'in teşriflerini Mirahor (İmrahor) Köşkü'nde beklerdi. Sultan Üçüncü Ahmed,Mirahor Köşkü'ne son derece süslü ve mükemmel bir alayla gelirdi. Alayın önünde kılavuz çavuş; sonra sırasıyla Dergah-ı Ali çavuşlarıyla, Silahtar çavuşları, gönüllü zeamet sahipleriyle dört bölük ve Sipahi ağaları, Rikâb-ı Hümâyûn ağaları Zât-ı şâhâne, Enderun ağaları, beş yüz kadar nefer, ondan sonra da Mehterhane takımı gelirdi. Ziyafetler son derece gösterişli olurdu.

Sultan Üçüncü Ahmed, Sâdâbâd safasına bazen de büyük saltanat layıklarıyla gelirdi. Mesirenin tabii güzelliklerinin arkasında, yüksek çınarların altında, uzun ve beyaz kavukları, renk renk cübbe ve kirişleri, geniş şalvarları, kâtibi sarıkları, samur, kakum ve zerdeva kürkleriyle padişah maiyetinin, yeniçeri tayfasının, cebecilerin ve kumbaracıların, baltacı ve bostancı neferlerinin kapı yoldaşlarının dolaştıkları, hanımların kafeslerine bağladıkları ince tül yaşmaklar, sıkma feracelerle bu bahar şenliğine başka bir tatlılık yeni bir cazibe kattıkları görülürdü.
Üçüncü Ahmed, Kâğıthane'ye geldiği zaman, her tarafa çadırlar kurulurdu. Ziyafetin sonunda nişan talimleri, at yarışları, pehlivan güreşleri,ayı ve köpek kavgaları icra olunurdu. Bazen top talimleri de yapılır, nişangahlar "yıldırım gibi hareket eden güllelerin isabetiyle, ehl-i imana düşman olanların evleri barkları gibi berbat edilirdi." Nişancılıkta maharet gösterenlere padişah tarafından altınlar, damatlara samur kürkler, elmaslı hançerler ihsan buyurulurdu. Padişahın huzurunda yarışlar yapıldığı, nişan müsabakaları gerçekleştirildiği sırada, Şairler de padişahın teşrifini övmek için kıt'alar, kasideler söylerlerdi. Meselâ devrin seçkin şairi Seyyid Vehbî, Sultan Üçüncü Ahmed ile vezirinin bir kayıkta, ağaçların altında dolaşmasını tasvir etmek için:

Bindi bir zevraka dâmâdı ile Hazret-i ġâh
Burc-ı Ahi'de kıran eyledi san mihr ile mâh

beytini söylediği sırada, Nedim daha nezih, daha Şairane teşbihlerle dolu kasideler tanzim ederdi. Bütün Şairler, Üçüncü Ahmed ile vezirinin takdirine mazhar olur, Şairlere hediyeler ihsan edilirdi.

Yarınların Umudu Çocuklarımız Oldu



Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne uzanan yol, 23 Nisan 1920'de aydınlığa kavuşmuştu. Meşrutiyet'in ilan edildiği tarih olan 10 Temmuz'un resmi bayram olarak kutlanması, eğitim alanı içinde de geçerli olan bir uygulama olmuştu. Her yıl 10 Temmuz günü okullar iki gün süre ile tatil edilir ve bugünlerde okullarda özel törenler düzenlenirdi. Çocuklar kırmızılı beyazlı elbiselerini giyer, okula gelerek ilk olarak öğretmenlerini tebrik ederlerdi. Ardından vatan ve millet sevgisinin anlatıldığı şarkılar ve marşlardan söylenirdi ki bunlardan bir tanesi de Güftesi Hızırzade Rüştü'ye "İleri Arş! Ne güzel Marş"tır. Ülkenin içinde bulunduğu bu zor dönemlerde çocuklar için sık sık bayramlar düzenlenmiş ve bu bayramlar geçirilmekte olan zor günlere rağmen kutlanmıştı. Bu bayramlardan biri de "Çocuklar Bayramı" adını taşır.

15 Mayıs 1916'da kutlanacağı günler önceden duyurulan bayrama İstanbul'daki okulların büyük çoğunluğu katılmıştı. Kağıthane semtinde kutlanan bayramda jimnastik oyunları ve gösterileri gerçekleştirilmiş, çeşitli yarışmalar düzenlenmiş, şarkılar ve marşlar söylenmişti. Berabere biten bir maçın da düzenlendiği bayram bir geçit merasimi ile son bulmuştu. I. Dünya Savaşı'nın en zor döneminde devletin çocuklar için bir bayram düzenlemesi ve bunun neşe içinde kutlanması gerçekten dikkat çekicidir. Çocukların kutladığı bir başka bayram da "Ağaç Bayramı" idi. Çocuklara ağaçları ve ormanları sevdirmek, onlara ağaç diktirmek, orman yetiştirmenin faydalarını anlatmak amacı ile kutlanan bu bayram Erdek'te kutlanmış ve bütün okullardan bin iki yüz kadar öğrenci katılmıştı. Aynı isimde bir başka bayramın da Eskişehir'de düzenlendiği görülür. Sabah saat 9.30'da toplanılmış, şiirler okunmuş, şarkılar söylenmiş ve saat 15.00'e kadar fidan dikilmişti. Savaş döneminde kutlanan bayramlardan biri de "Mektepliler Bayramı"dır. Bu bayram çocuklar için okulların kuruluş yıldönümüne denk gelen günde kutlanılması öngörülmüş ve bu şenliklere ailelerin de davet edilebileceği ilave edilmişti. Bursa, bu bayramların kutlandığı illerden biri olmuştu.

Okullarda okuyan kız ve erkek öğrencilerin tümü katılmış, neşe içinde kutlanan bir bayram olarak kayıtlara geçmişti. (1917) Edirne'de kutlanan Mektepliler Bayramı'nda da geçit töreni yapılmış ve bu tören sinematograf makinesi ile görüntülenmişti. Maarif Nazırı Şükrü Bey'in başkanlığındaki organizasyon komitesince düzenlenen "İdman Bayramı"na ise okullardan çok sayıda öğrenci katılmış ve bu bayramda da yarışmalar düzenlenmişti. (1 Mayıs 1917) Dönemin gazetelerinden Tasvir- i Efkar, 1918 yılında düzenlenen İdman Bayramı'nı okurlarına şöyle duyuruyordu: "Darülmuallim'in Tatbikat talebesinden kırk küçük, refakatlerinde muallimleri İhsan Bey, onların arkasında Darülmuallim'den iki yüz talebe, refakatlerinde muallimleri Selim Sırrı Bey olduğu halde marş söyleyerek geçtiler. Üzerlerinde beyaz gömlek, siyah pantolon, kırmızı kuşak vardı. Kıyafetleri pek zarif, yürüyüşleri pek muntazamdı. Daha sonra otuz iki Numune Mektebi muhtelif marşlar söyleyerek geçip evvelce kendilerine tahsis edilmiş olan yerlere gittiler.

Ortadaki geniş meydanda başka kimse yoktu. Şimdi herkes sabırsızlıkla bu çocukların jimnastiklerini görmek istiyordu. Birden Selim Sırrı Bey'in yüksek sesi duyuldu: "Hazır ol!" Bu ses talebe üzerinde bir elektrik gibi tesir gösterdi. Bayramların ortak tarafı eğlence ve oyunun yanı sıra disiplinli, iyi eğitilmiş bir neslin ortaya çıkarılmasıdır. Devlet bu bayramları düzenleyerek çocukların morallerini yüksek tutmaya çalışmış ve bu bayramlar ile disiplinli bir hayat konusunda bilinçlendirme yoluna gidilmiştir.

ERGÜN HİÇYILMAZ –SABAH-25.04.2004

Yunan Generali ve Kağıthane


Galatasaray Lisesi'nin pilav ananesi hakkında ilk bilgileri mektep mezunu Büyükelçi ve Atatürk'ün Büyük Nutku'nun diktesini alan Ruşen Eşref, Kulübün 50.yılı nedeniyle "GALATASARAY VE FUTBOL, HATIRALAR" adıyla yazdığı, kitapta şöyle anlatır: Yunanistan'da ilk elçiliğim sırasında bir yaz akşamı Atina Kulübü'nün taraçasında süt beyaz sakallı, ama çalımı, çelimi hala yedinde bir emekli generalle tanıştım. Beni selamlamak arzu etmiş, kendiliğinden soframıza gelmek nezaketinde bulunmuştu. Ben Balkan Cemiyeti’ndeki çalışmalarımız da ahbap olduğum General Laskaris'le yemek yiyordum. Bir ufacık konuşmadan sonra yeni tanıdıklarımızla birbirimize ısındık. General, birlikte sofrada oturmamız dileğimi kırmadı... Generalin ağzından duydum ki Sultan Aziz'in huzurunda jimnastik yapmış. İltifat görmüş. "-Ne münasebetle?" diye sordum "-E, ben gençliğimde Galatasaray Lisesi'nde öğrenci idim. O zaman hıdrellezde Kağıthane'ye götürülürdük. Orada hünkarın huzurunda jimnastik yapardık. İşte o münasebetle..." General beden terbiyesine ilkin Galatasaray'da alıştığını söylerdi...

Alemdar Mustafa Paşa başkanlığında toplanan ayan ve valiler, Osmanlı tarihinde bir ilki gerçekleştirip Sultan II.Mahmut’la, Kağıthane’de ki Çağlayan Köşkünde bir ahitname yaptılar. Karşılıklı mühürleyip yürürlüğe koydular. Yedi maddelik bu anlaşma (Sened-i ittifak) bozulan devlet düzeninin tekrar sağlanmasını amaçlıyordu. Fakat bu uygulama kısa sürecekti. Tarihte ilk defa bir sultan yönettikleriyle bir sözleşme imzalamıştı ve bu durum II.Mahmut’u rahatsız ediyordu. O sırada Yeniçeriler de kendi gelecekleri açısından rahatsızdılar. Alemdarın Sadrazamlığından yaklaşık dört ay kadar sonra ayaklandılar. İlk hedefleri Alemdar Mustafa Paşaydı. Bab-ı Ali’deki konağını sardılar. Padişah, sadrazamını kurtarmak için ağır davranıyordu. Asiler konağı ablukaya almışlardı. Hatta çatısına çıkıp, yıkmaya başlamışlardı. Kurtuluş umudunun olmadığını fark eden Alemdar, düştüğü durumu gördü. Konağın barut deposuna indi. Yanında birkaç tane güvenilir adamı da vardı. Daha fazla sayıda yeniçerinin barut fıçıları etkinliği alanına girmelerini bekledi ve tabancasıyla barutları ateşledi. Kendisiyle birlikte birkaç yüz yeniçeriyi öldürdü. Hatta, bu sayıyı 500 ile 800 arasında zikreden tarihçiler vardır. Zaten kızgın olan yeniçeriler büsbütün sinirlendiler. İki gün sonra onun cesedini yıkıntıların içinden çıkardılar. Sürükleyerek Aksaray’daki (Etmeydanı) bir ağaca astılar. İki gün sonra da hırslarını alamayıp Yedikule’de bir kuyuya attılar. Bu kargaşa arasında Sultan II.Mahmut’da, IV. Mustafayı öldürttü ve ilk fırsatta sened-i ittifak sözleşmesini yok etti. Yeniçeriler ve Sekbanlar arasındaki bu çatışma sırasında İstanbul, bir kan gölüne döndü. Sokaklar cesetten geçilemez oldu. Çıkan yangınlarla büyük mahalleler, evler, eşyalar kül edildi.

Şânizâde Atâullah Mehmet Efendi


Türk alimi, tabibi, tarihçisi. 1771’de İstanbul’da doğdu, 1826’da Tire’de vefat etti. Ailesi çok varlıklıydı, ailesinin Ortaköy’deki yalısında dünyaya geldi. Dedesinin mesleği olan tarakçılığa nispetle Şanizade lakabıyla anılır. Medine mollası Elhac Mehmet Sadık Efendi’nin oğludur. Hem asırlardır bu topraklarda yapılan klasik medrese eğitimini ve hem de bunlarla yetinmeyerek modern batı tarzı bir eğitimi alması, formasyonunu tayin etmiştir. Eğitiminin daha ilk yıllarında pozitif bilimlere, özellikle de tıbba ve matematiğe karşı büyük ilgi duymaya başladı. Çok yönlü bir alim, gerçek bir hezarfen olan Mehmet Ataullah Efendi’den Latince, İtalyanca, Fransızca ve bir miktar da Almanca dersleri aldı .Tarihi kayıtlar bize Şanizade’nin Süleymaniye Tıp Medresesi’nde dönemin en önemli hekimlerinden Hekimbaşı Numan Naim Efendi’den ders aldığını, dışarıdan gelen yabancı hekimlerle sık sık görüşerek mesleki bilgi alışverişinde bulunduğunu, hem teorik ve hem de pratik tababet uygulamaları içinde olduğunu aktarmakta. Özellikle tıp alanındaki verimi gerçekten öncü çalışmalardan oluşuyordu. Şanizade, tıp terimlerini ilk defa Türkçe’ye çevirmiş, ilk resimli anatomi kitabını basmıştı.

Kavanin-i Cerrahin (Cerrahların Kanunları) kitabında bölüm bölüm cerrahi rahatsızlıklara yer vermiştir. Önce hastalıkların türleri, ardından nedenleri, belirtileri, ilaçları ve nihayet yapılması gereken cerrahi müdahaleleri içeren kitap, cerrahlar için bir rehber mahiyetindedir.

Mizan-ül Edviye basit ve bileşik ilaçlar üzerine bilgiler veren Müfredat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların İlkel Maddeleri) ve Mürekkebat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların Bileşimleri) isimli iki yapıttan mürekkeptir. Bu kitaplarda ilk kez yüksük otu (digitali)’nun fizyolojik etkileri anlatılır. 1801’de Jenner’in çiçek aşısı üzerine yaptığı çalışmaları üç yıl sonra çevirmiştir. 1811’de Jenner ve Mardini’nin bu çalışmalarını inekler üzerinde denediklerini öğrendiğinde, bunu Kâğıthane’deki inek çiftliklerinde başarıyla tekrarlamış ve çiçek aşısı elde etmiştir. Burada bir aşı merkezi kurmak istemişse de, ihtiyacı olan desteği bulamamıştır. Sultan Abdülmecit’in çiçek olmasını müteakip, bu destek kendiliğinden sağlanmış, İstanbul/Osmanlı bir aşı merkezine kavuşmuş, çiçek aşısı da zorunlu hale gelmiştir. 1812 yılında İstanbul’da başgösteren veba salgını sırasında onca gayretine karşın, karantina uygulamasında başarılı olamamıştır. İstanbul’da ilk modern karantina 20 yıl sonra uygulanmıştır.

Gelenbevi

Bilindiği gibi III. Selim Han yenilikleri önce orduda gerçekleştirmeye çalışır. Bu düşüncelerinden dolayı önce topçu subaylarını Fransız uzmanlarının eğitiminden geçirip çağı yakalamaya bakar. Elinin altında yabancılara ders verecek bir hoca vardır ama haberi nerden ola... Neyse mezuniyet merasimi için Kâğıthane çayırında toplanan genç subaylar, rap rap rap yürür, çakı gibi dururlar. Sağa dön, sola dön selam filan... III. Selim’e merasim kıtası lazım değildir, kafası çok meşguldür, cetvel gibi dizilen zabitleri dikkate almaz.

“Bana bir hedef vurun ki, gönlüm ferahlaya. Hem verilen eğitimin yerinde olup olmadığını da görelim” der.

Hemen humbaraları yani topları kurarlar, ölçer biçer uzun uzun hesaplardan sonra mermiyi yollarlar. Netice mi? Karavana! Sil baştan, toplar, çıkarır sağlama yaparlar. Bir atış daha. O da ıska. Bir daha atarlar “ı ıh”, sonra yine boşa... Bunca emek bunca masraf, Padişah ufaktan kızmaya başlar. Çünkü bu tatbikat sırasında toplar peş peşe defalarca atılmakta, fakat bir türlü hedefe isabet ettirilememektedir. Tatbikatı izleyen Sultan III. Selim’in bu duruma canı çok sıkılır. Çevresinde bulunan ilgililere:

—Ülkede bunları doğru hesaplayacak biri yok mu, diye sormaz, sanki kükrer.

Vezirler vaziyeti nasıl kurtaracaklarını iyi bilirler. Akla ilk gelen Gelenbevî İsmail’dir. Apar topar Gelenbevi’yi getirirler. Gelenbevi İsmail, hesabı kendi yöntemleriyle yapar, namlunun açısını ayarlar. İlk atışta hedefi paralar, ikinci ve üçüncüde de turnanın gözüne çakar. Yani isabet tamamdır. Bu olay Gelenbevî’nin matematiği tekniğe uygulamada da ne kadar başarılı bir ilim adamı olduğunu gösterir. Bu atışların sonuçlarından memnun olan padişah Gelenbevî’ye maaş bağlattırır. Bu maaşı daha sonraları Gelenbevî’nin torunları alırlar.

TÜRKİYE'DE İZCİLİĞİN KURULUŞU


İzcilik,İngiltere'de kuruluşundan kısa bir süre sonra, memleketimizde de Keşşaflık adı altında görülmeye başlanır. Memleketimizde izciliğin ilk kurucuları hakkında çeşitli görüş ve fikirler mevcuttur.

1 ) Darüşşafaka Beden öğretmeni ve Oymakbeyi B.Sami Karayel'in 1914 tarihli İzci Rehberi isimli izci kitabında Türkiye'de izciliğin ilk kurucuları Nafi Atıf Kansu ve Ethem Nejat olarak görülür. İlk izci üniteleri Darüşşafaka, Galatasaray ve İstanbul Liselerinde kurulmuştur. 1968 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'nca kapsamlı olarak Türkiye İzcileri Yönetmeliği hazırlanarak yürürlüğe konmuştur.

2 ) İstanbul il İzci Kurulu Başkanlarından Rıza Bediz, 1955 yılında yayınladığı"İzcilik ve İzci Kampları" adlı kitabında Türkiye'de izciliğin 1909 yılında İstanbul'daGalatasaray ve Kabataş Liseleri'nde Beden Terbiyesi öğretmenleri Ahmet veAbdurrahman Robenson kardeşler tarafından başlatıldığını belirtilmiştir.

İlk izcilik hareketleri benimsenmiş görünse de bu tarihlerde patlak veren BalkanHarbi bu ilgiyi ortadan kaldırır. Harpten sonra 1912 yılında izciliği yenidencanlandırmak amacıyla Belçika İzcilik Teşkilatı'ndan Herold Parfit getirtilir. Parfit,izciler ocağını kurar. İşte Türkiye'de izciliğin kuruluşu 1912 yılı olarak esasalınmaktadır.

24 Nisan 1914 yılında Kağıthane Sırtlarında ilk izcilik uygulamaları (OymakbaşıKursu) yapılır. 16 Oymakbaşı başarı ile kurstan mezun olur. 1920 yılında İstanbul'da birçok izci oymaklarının kurulduğu görülür.

KUŞATMA VE FETİH

Büyük hazırlıklardan sonra, l00.000 kişilik ordusu ile II. Mehmed Edirne’den çıkıp İstanbul önlerine gelmiş ve 6 Nisan’da büyük topun ateşlenmesi ile muhasara fiilen başlamıştır.

Kuşatmanın ilk günlerinde yapılan hücumlardan netice alınamamış, Haliç’in ağzına gerilen zincir kırılamamış ve Haliç’teki Hıristiyan donanmasına zarar verilememiştir. Daha sonraki günlerde, Kasımpaşa sırtlarından havan atışları ile Haliçteki Haçlı donanması tedirgin edilmiş, 22 Nisan gecesi de 67 küçük gemi karadan yürütülerek Halice indirilince, Bizanslıların morali sıfıra inmiştir. Kağıthane deresi ile Defterdar İskelesi arasına bir günde binden fazla duba kullanılarak köprü kurulmuştur.( İ. Hâmi Dânişmend, Tarihi Hakikatler, Tercüman 1001 Temel Eser, 1989, cilt 1, s. 332.)
Yine binlerce büyük fıçı bir birine bağlanmak suretiyle, üzerinden asker ve topların geçirildiği bir köprü Haliç üzerine kurulmuştur.

GALATASARAY VE KAĞITHANE



Galatasaray Lisesi'ne sporu sokan da Monsieur Curel'dir. Bir jimnastik hocası olan Curel, kendi uzmanlığını zorunlu ders olarak liseye getirdi.Daha sonra Beden Egitimi adını alacak dersin temeli de onun tarafından atılmış oldu. Önceleri öğrenciler ne olduğunu anlıyamadıkları bu derslere girmemek için ellerinden geleni yaptılar. Curel ise bu işi sevimli hale getirmek için 1870 yılında bir idman bayramı düzenledi. Kağıthane'de düzenlenen çeşitli yarışmalarda derece alan öğrencilere armağan dağıtarak keyifli bir hale getirdi. Ayrıca, yarışmalar sonrasında öğrencilere kuzulu pilav yemeği verildi. Bu da ilerki yıllarda bir gelenek haline getirildi. 1870 yılındaki bu ilk atletizm yarışmaları ülkemizdeki ilk spor hareketi olarak kayıtlara geçiyordu.

Eski İstanbul Hayatı OSMANLI İmparatorluğunun merkezi  olan İstanbul, tarihi, değerli eserleri ve tabii güz...