24 Temmuz 2012 Salı

Fethi Paşa

Lale Devri ve Kağıthane/Sadabat  deyince  aklımıza gelen ilk  isim, devrin padişahını dahi gölgede bırakan Damad İbrahim paşadır. Oysa Lale  Devrinde yaklaşık   200   köşk ve sarayın bulunduğu Kağıthane’de   onlarca hatta yüzlerce Paşa bulunmuştur. Bunlardan biri de Fethi Paşa’dır.
Fethi Paşa deyince   çoğumuzun aklına  Kuzguncuk'taki Ahmet Fethi Paşa Yalısı, yada Üsküdar'daki Fethi Paşa Korusu  gelir de    Paşa’nın  Kağıthane ile olan bağlantıları gelmez. Önce kısaca Paş’yı  tanıyalım ; Fethi Ahmet Paşa, 1801’de  Rodos’da dünyaya gelir. Yedi yaşına girince bir  aile dostu aracılığıyla Enderun’a alınan Fethi  Ahmet  Enderunlu olarak yüksek rütbelere geliyor.Valilik ve Paris elçiliği yapan Fethi  Paşa , 1839’da İngiltere Kraliçesi Victoria’nın taç giyme merasimine de   gider.
Çok etkili bir sefir olan  Fethi Ahmet Paşa’ya Ünlü besteci Strauss’un yaptığı bir  bestesi bile vardır. Paşa’yı  tanıyan    La Martin  onu Batı Kültürü’ne açık,Avrupalıdan farkı olmayan bir  Osmanlı subayı olarak tanıtmıştır.
Ticaret Nâzırlığı, Meclisi Vâlâ-Ahkam-ı Adliye  Reisliği, Harbiye Nazırlığı ve Tophane Müşirliği de yapan Ahmet Fethi Paşa aynı zamanda , ilçemizde   kendisine  bir saray yaptırılan II. Mahmud’un  kızı Atiye Sultan  ile 1840 yılında evlenir  ve bu nedenle  “Damad” olarak  da anılır.Atiye Sultan ile 10 yıl sürmüş evlilikleri.
Çok renkli bir kişilik  olan  Paşa’nın  sanata meraklı Olmasından  dolayı , Abdülmecit Dolmabahçe Sarayı'nı inşa ettirirken yaptırdığı yeni sarayın döşenmesi görevini Fethi Paşa’ya  verir.
Paşa’nın tarihsel önemi burada bitmez,Tophane müşiri iken, Aya İrini'yi eski silahların kaldırıldığı bir ambar olmaktan çıkarıp çeşitli illerden toplattığı asar-ı atikalarla, yani arkeolojik eserlerle donatarak müzeye dönüştüren  Fethi Paşa, Aya İrini'de kurduğu müze ile Türk müzeciliğine, Sultanahmet'te 1847'de başlattığı arkeolojik kazılarla arkeolojiye, Beykoz'daki cam fabrikasını yöneterek çeşm-i bülbül üretimine yaptığı katkılar oldukça önemlidir.
Dolmabahçe Sarayı’nda namaz kılarken ölüyor. 56 yaşında iken ölünce Divanyolu’nda II. Mahmut Türbesi bahçesine gömüldü.  Paşa’nın öldüğü gün, yalıdaki kalfalarla hizmetçilerin, gözyaşları içinde, “O gittikten sonra bunları görecek göz kimde var” diyerek yalıdaki en değerli sanat eserlerini, o canım çeşmibülbüllerle bin bir ışıltıyla parıldayan billurları bir bir denize attıkları hikaye edilir.
Abid Yaşaroğlu
abidyasaroglu@buulkegazetesi.com'DAN ALINTIDIR

YAKUP CEMİL

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önemli silahşörlerinden, 1916 yılında Kağıthane’de idam edilen Yakup Cemil  1883 yılında, büyük Çerkez göçüyle İstanbul’a gelmiş bir ailenin çocuğudur.  1903'de Teğmen rütbesiyle Harp Okulu'ndan mezun oldu. İlk görev yeri Manastır'da  Enver Paşa'nın emrinde bulunmuş ve hayatı boyunca da Enver Paşa'nın en yakınındaki adamlarından biri olmuştur. II. Meşrutiyet dönemine kadar bu bölgede görev yaptı. Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut çetelerine karşı mücadele etti. Gayri Nizami Harp tecrübesini bu dönemde kazandı. Teşkilatı Mahsusa kurulduğunda. Kuşçubaşı Eşref'in ilk istediği adamlardan birisiydi . Herzaman çift silah taşıyan en ufak şeylerde bile hiç çekinmeden tetik çeke bilen biri. Her zaman sol eli ile tokalaşırdı tanımadıkları ile...sağ eli her zaman silahındaydı... İhtilalin ardından İttihat ve Terakki cemiyetince 1909 yılında İran'a gönderildi. 31 Mart olaylarının patlak vermesiyle İstanbul'a çağrılınca görevini bırakmak zorunda kaldı. 1910 da gazeteci Ahmet Samim Bey'e düzenlenen suikastın faili olduğu iddia edildi ancak bu iddia ispatlanamadı
Bab-ı Ali baskınında Yakub Cemil, Bab-ı Ali binasına ilk giren baskıncılar arasındaydı. Baskın esnasında karşılarına çıkan ve "Siyasete karışmayacağınıza söz vermiştiniz sözünüz bu muydu?" diyen Harbiye Nazırı Müşir Nazım Paşa'yı "bu herife laf anlatılır mı" deyip şakağından vurmuştur. Bu olayın etkisiyle kısa bir süre sonra, yüzbaşı rütbesinde iken ordudan atıldı. Yine de aynı yıl Garbi Trakya Muvakkat Hükümeti'nin kurulmasıyla sonuçlanan muharebe döneminde Enver Bey'in emrinde orduda gönüllü olarak yer aldı.
1911'de Trablusgarp'ı(Libya) kurtarmak amacıyla başlatılan mücadeleye katıldı. Trablusgarp yoluna Binbaşı Mustafa Kemal Bey ile çıktı. Yakub Cemil yine Enver Bey'in emrindeydi. Yerel halkı örgütleyerek gerilla savaşını başlattılar. Bu esnada düşmana bilgi sattığından şüphelendiği kendisinden rütbeli teğmen Şükrü'yü bir gece çadırına gelerek uykusundan kaldırıp kafasına bir kurşun sıkarak öldürmüştür. O gece karargah karışmış ve Yakup Cemil bir çılgınlık daha yapmaması için İstanbul'a gönderilmiştir. Daha sonra bu olayı kendine soranlara "siyah olduğu için öldürdüm" demiştir.!!!!!
İstanbul günlerinde İttihat ve Terakki yönetimi ile ters düştü ve İtilaf devletleri ile barış için İttihat ve Terakki hükümetini ikna, bu mümkün olmazsa darbe ile devirme planları yaptı. İttihat ve Terakki hükümetini dağıtmak, İtilaf devletleri ile barış yapacak bir hükümeti yıkmak istiyordu. Başkomutan ve Harbiye Nazırı adayı ise Mustafa Kemal'di.  , Meserret Kıraathanesi'nde uluorta bağırıp çağırmış, yan tarafta bilardo oynar gibi yapan Teşkilat-ı Mahsusa ajanları da bunu rapor etmişlerdi. 
İş o kadar ayyuka çıkmıştı ki, bir gün Ömer Seyfettin  dahi  kendisini  uyarma  ihtiyacı duydu.
 İttihat ve Terakki içindeki entrikaların sonucunda Talat Bey grubunun Enver Paşa'yı kandırması sonucunda hükümeti devirmeye teşebbüs ve Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya suikast suçlamasıyla tutuklandı. Enver Paşa Yakup Cemil'in idam edilmesinden yana değildi. Ancak Enver Paşa'nın yurtdışında bulunmasını fırsat bilen Talat Paşa Yakup Cemil'in idamına karar verdi. 11 Eylül 1916 günü Kağıthane’de Poligon Sarayı’nda kurşuna dizilerek idam edildi.Abid Yaşaroğlu
abidyasaroglu@buulkegazetesi.com'dan ALINTIDIR

Abdülaziz ve Kağıthane


Son yazılarımızda Kağıthane ile bir şekilde irtibatı olan  Osmanlı Paşaları   hakkında bilgi  verdik. Oysa  Sadabat/Kağıthane  Sultanların  gözdesi  olan bir  mesire  yeri idi. Nice  sultanlar  burada saraylar  yaptırmış, eğlenceler  düzenlemişti.Bunlardan  biri de Sultan Abdulaziz’dir . Sultan Abdulazizin Sadabat’la  tanışıklığı  oldukça erken  yaşlarında  başlar. 1835' te Şehzade Abdülaziz , burada yapılan bir törenle Kur'an-ı Kerim'e başlamış, ertesi yıl Şehzade ile büyük kardeşi Abdülmecid' in sünnet törenleri burada yapılmıştır.
Padişah olduktan sonra da Kağıthane'ye ilgisini sürdüren Sultan Abdülaziz 2. Mahmud’un , birinci sarayın yerine yaptırdığı (2. Mahmud, ayanlarla  ünlü Sened-i İttifak'ı burada imzalar)  ve tam anlamıyla bitimi 1816'da gerçekleşen  ikinci sarayın yerine üçüncü sarayı yaptırır. Önündeki çağlayandan dolayı bir adı da Çağlayan Sarayı olan üçüncü Sadabad Sarayı, 1862-63'de inşa edilir. Kağıthane Deresi'nin iç kısmının iki yakasına rıhtımlar yaptırılmıştır. En güzel yeri de Kağıthane Köprüsü'nden suni çağlayanların seyredildiği yerdi. Bahar aylarıyla birlikte Sultan Abdülaziz' in, Kağıthane' ye geldiği, hatta birkaç gün kaldığı görülürmüş. Bu arada Cuma Selamlığı da oradaki camide göz kamaştırıcı bir törenle yapılırmış. Önde bando erleri parlak renkli üniformalarıyla marşlar çalarak yürür, seyre gelen halk da " Çok yaşa padişahım " diye bağırarak Sultanı selamlarmış.
Sultanın  Kağıthaneye  hediyelerinden  biri de 2. Mahmud’un kızı Atiye Sultan için yaptırdığı  saraydır. Atiye Sultan Kasrı günümüze birkaç restorasyon ile ulaşabilmiş yapılardandır  ve  günümüzde  Hükümet  Konağı  olarak  hizmete  devam  etmektedir. 
 Abdulazizin ilçemizde bir de camiin Banisidir.Aslında Halk  arasında  Aziziye Camisi denilen sadabat  camii ilk defa Lale  Devrinde  yaptırılmış   ancak  uğradığı  tahribatlar nedeniyle Zaman içerisinde birçok kez tamir edilmiş , en  son   Sultan Abdülaziz tarafından  tamir  ettirildiğinden ismi Aziziye Camii diye  meşhur olmuştur.
Sultanın  halk  tarafından  sevilmesi  ve  popiler  olmasının  sebeblaerinden  biride  sportifliği diğer  bir  deyişle  “Pehlivanlığı”dır. Bunun Sadabada  da  yansımaları  olmuş , istanbulda  ilk  at yarışları Sultan Abdülaziz döneminde Kağıthane’de, “Kağıthane Yarışları” adı altında düzenlenmiştir. Pist gelişigüzel düzenlenmiş bir güzergah biçimindedir. İlk atletizm  yarışları da  Sultan  Abdulaziz  döneminde  düzenlenmiştir. Eski bir atlet ve jimnastikçi olan Galatasaray Sultanisi  beden eğitimi öğretmeni  Curel’in 1870 yılında Kağıthane’de düzenlediği koşu, atma ve atlama dallarından oluşan “idman bayramı”, Türkiye’de atletizm yarışmalarının başlangıcı olarak anılmaktadır.
Osmanoğulları’nın    talihsiz  üyelerinden  olan  ve  bir  darbe  sonucu  tahtından  indirilip  şehit  edilen Sultan Abdülaziz   Kağıthane’ye  oldukça  ilgi  gösteren ancak   günümüzde  ilçemizde  çokta  anılmayan  isimlerden  biri . Abdülazizin  isminin   ilçemizde  nasıl  yaşatılabileceği   ise  diğer  bir  yazının  konusu.  
Abid Yaşaroğlu
abidyasaroglu@buulkegazetesi.com'dan ALINTIDIR

Kağıthane Toprağı

Kağıthanenin diğer bir değeri de toprağıdır. Semavi Eyice “Top dökümü için gerekli kalıp çamurunun en iyi cinsinin buradaki derenin yatağından elde edilenidir” diyor.
resim
Semavi Eyice  “Girit  seferi  sırasında Kağıthane’den   çıkarılan  çamur, gemilerle   oraya  taşınarak  toplar kuşatma  yerinde dökülmüştü. Bu çamurları  alınması  ile   dere  yatağıda  temizlenmiş oluyordu. Sonraları  aynı  iş bölgedeki tuğla  harmanları  ile yapılmıştır.”   demektedir.
 Bu  konu   Evliya Çelebi’de  de  anlatılır: “Top kalıbı yerlerinin anlatılması: Yukarıda yazılan tunç kubbelerinin önünde cehennem çukuru gibi çukurlar içine ağızları yukarıya top kalıplarını korlar. Eğer balyemez top ise her ocağa onar top kalıbı koyup yirmi top eder. 
Eğer kolomborna top ise yirmişer kalıp, eğer şahîler ise yüzer kalıp, eğer içine adam sığar şayka toplar ise beşer yüzer kalıp koyup hepsinin ağızlarını Kâğıthane balçığıyla sıvarlar. Bostanları sulamak için yaptıkları gibi su yolları ederler. 
 
Yolları tunç eriyecek kubbenin yolu ağzında son bulur. Bu gibi tedariklerle hazır ederler. Tunç kubbelerinin dört tarafında dağlar gibi çam ve katran odunları hazırdır. Bir sene önce bu çam odunlarını yüzlerce usta kesip iki ucunu mekik gibi sivri birer kulaç ince odun edip kuruturlar. Daha sonra top dökecekleri günde bütün kalfalar, ustalar, dökü-cübaşı, topçubaşı, vardiyanbaşı, muvakkit eline kum saatini alıp işyeri imamı, müezzinleri, duacıları hepsi toplanıp dua, sena ve Allah Allah sesleriyle iki fırm ateşlenir.” (Yapı Kredi Yayınlan - 1808 Edebiyat – 497  Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: istanbul Evliya Çelebi 1. Cilt - 2. Kitap sayfa  396)
 
Haliç İşi olarak tanınan teknikten yayvan  formlu tabak. 
 
Kağıthane  toprağının  kullanıldığı  alanlardan biri de   seramik  sanayisidir. Bu dönemde  Haliç İşi bir  ekoldür. Bu  isimlendirmenin  sebebi İstanbul’daki çömlekçi atölyelerinden bahseden Evliya Çelebi'nin İstanbul Çini Atölyeleri’nde gördüğü ve bu çinilerle ilgili seyahatnamesine yazdığı şu notlardır; "Kağıthane ve Sarıyer’den getirdikleri çamurlarla maşrapa, guze (kase) ve sürahiler imal ederler ki bunlar kadar güzeli ancak Çin ve İznik çinisinde bulunabilir. Bu çini atölyelerinde öyle ustalar var ki yapmış oldukları kaseler, 40-50 kuruşa satın alınıp, padişaha ve vezirlere armağan olarak götürülebilir". 
 
Bu çinilerin desenleri beyaz zemin üzerine mavi renk küçük çiçekler ve küçük çengel yapraklar, Yaprak desenli bordürler, sitilize bulutlar ve çeşitli hayvan figürleridir. 
 
Abit Yaşaroğlu

Osmanlı usulü “çaydan geçiş”

resim
Avni Özgürel
Eski usul çaydan geçirme: Adile Sultan ve Mehmet Ali Paşa Sultan Mahmud'un 1826 Mayıs'ında doğan kızı Adile, Osmanlı Sarayı'nın gözdesiydi denilse yeridir. Onun minicik boynuna babasının taktığı pırlanta maşallah bir şey değil, doğumu devlet katında kutlama, tebrikleşmeye vesile oldu. 
Topkapı arşivinde onun doğumu sırasındaki tedarik ayrıntısıyla kayıtlı. Yattığı odaya asılacak pırlantalarla süslü, biri yakut diğeri firuzeyle bezeli iki avizeden tutun, gezi çamaşırlarına, ara bezi olarak kullanılacak fitilli tülbetlere kadar.  Babası vefat ettiğinde 13 yaşındaydı Adile Sultan. Gerek ağabeyi Sultan Abdülmecid, gerekse Sultan Abdülaziz ona kimseleri layık görmez, kılına zarar gelmesini istemezlerdi.  Öyle ki Nakşibendi tarikatına bağlı olan kardeşlerinin dergâha gidip gelmesi dedikoduya yol açtığı halde kalbi kırılır diye peş peşe tahta çıkan iki padişah ona bir tarizde bulunmadı. Nitekim 20 yaş gibi o dönem düşünüldüğünde geç sayılabilecek yaşına kadar çıkan taliplerinin hepsi saray tarafından reddedildi.  
Muradına erdi ama...Sonunda muradına erdi Adile Sultan ve saray görevlilerinden Mehmet Ali Paşa'ya gönlünü kaptırınca isteği geri çevrilmedi. Nikâhları Hırka-i Saadet Dairesi'nde yapıldı. Şeyhülislam dokunaklı bir nutuk irad etti, sonra Ayasofya ve Sultanahmed camilerinin vaizleri dua okudular, ardından düğün başladı... İlk dört gün devlet erkânının tebriki, ziyafetler ve eğlenceyle geçti. 
Beşinci gün rahipler, patrik ve hahambaşının tebrikine ayrılmıştı. Altıncı gün İstanbul'daki kordiplomatiğe... Yedinci ve son gün Adile Sultan, Beylerbeyi Sarayı'ndan Valide Sultan'ın saltanat kayığıyla kendisine tahsis edilen ve bugün yerinde Mimar Sinan Üniversitesi olan Neşadabad Sarayı'na uğurlandı... Kendisine çeyiz olarak verilen Topkapı arşivinde kayıtlı mücevherler dahi sayfalar doldurur.  Mehmet Ali Paşa'nın, bir anda ulaştığı servet ve şaşaadan başının döndüğünü söylemeye lüzum yok. Yaptığı harcamaların ulaştığı boyut o denliydi ki, Sultan Mecid dayanamayıp bir gün ansızın Neşadabad'a çıkageldi ve 'Hain herif' diye eniştesini azarlamak zorunda kaldı. Bu azarın paşayı yola getirdiğini sanmak hayal... Sadece pek sevdiği Kağıthane âlemlerine kısa bir ara verdi o kadar... Sonra yine sandal safasına başladığı, hoşuna giden kadınlara laf attığı, kimini sandala aldığı Adile Sultan'ın kulağına geliyordu. Bunlardan biri tanıkları tarafından doğruca padişaha anlatıldı. 'Yakın arkadaşıymış...'  Mehmet Ali Paşa kadını kayığa almış, kıyıdan uzaklaşmış ve onunla hayli yakın olmuştu. Sultan Aziz işittiklerini ertesi gün kardeşine açıp dilerse hemen boşanmasını sağlayabileceğini söylediğinde, ondan, "Yakın arkadaşı olan bir tüccarın eşiymiş sandala aldığı... Karşı kıyıya geçmesine yardım için almış yanına. Maksadı yanlış anlaşılmasın diye de samimiyetini göstermek istemiş etrafa. Bana anlattı. Kötü bir niyetim yok, kardeşim yerinde evli barklı namuslu bir hanım dedi" cevabını aldı... 
Padişah daha fazla üstelemedi ablasını... Sadece yaverlerine, "Kırın ayağını şu itin" demekle yetindi. 
Sarayın adamları ikiletmedi bu lafı, bir eğlence gecesi çıkışında kıstırdılar Mehmet Ali Paşa'yı... Ardından görevlerinden azledildi. Abdülaziz'in öldürülmesinden sonra tahta çıkan 2. Abdülhamid de çok düşkündü Adile Sultan'a.  Ama o rica edip, "Evde bunalıyor, bir görev verin" dediği halde "Madem sen boşamıyorsun bunu nimet bilip şükretsin, dinlensin, fena mı" diyerek reddetti...
24.09.2006 Radikal

Eski İstanbul Hayatı

resim
OSMANLI İmparatorluğunun merkezi  olan İstanbul, tarihi, değerli eserleri ve tabii güzellikleriyle olduğu kadar, halkın yaşayış tarzıyla de ayrı bir özelliğe sahipti.
Eski İstanbul, her birinin ayrı bir tarihi ve ayrı bir hususiyeti olan semtleri, zevk ve eğlence yeri olan mesireleri, çarşıları ve kahvehaneleriyle yalnız Türklerin değil, yabancı ziyaretçilerin de hayran kaldığı bir şehir olmuştur.
Zaman zaman Türk edebiyatına da girmiş, eşsiz güzelliklerini ve eğlencelerini anlatan şiir- ler yazılmıştır. İstanbul'un zarif yalılar, köşkler ve bahçelerle bezenmiş sayfiyeleri, havasının ve suyunun güzelliği ile şöhret bulmuş mesireleri, halkın en fazla. rağbet ettiği yerlerdi. 
KAGITHANE İstanbul'un mesire yerleri arasında en meşhuru, III. Ahmed devrindeki Çırağan eğlenceleri ile tarihe geçmiş olan Kağıthane'dir. Buraya Kağıthane denmesinin sebebi, Bizanslılar zamanından kalma bir kağıt fabrikasının bulunmasından ileri gelir.
İstanbul'un fethinden sonra bir mesire yeri olan Kağıthane, bilhassa XVII. yüzyıldan sonra rağbet görmeye başlamıştı. Yazın tatil günlerinde buraya gelenler, gündüzleri hokkabaz, sihirbaz ve pehlivan güreşlerini seyrederek vakit geçirirler, geceleri ise saz alemleri yaparak eğlenirlerdi. 
Kağıthane en güzel ve en hareketli zamanını, zevk ve eğlenceye düşkün olan III. Ahmed devrinde yaşamıştı. Bu sırada Fransa'ya giden Yirmisekiz Mehmed Çelebi, dönüşünde Versailles sarayının köşk ve bahçe planlarını da beraber getirmişti. 
Sadrazam Damad İbrahim Paşa bu planlara göre Kağıthane'de altmış kadar köşk yaptırdı. Bu köşklerden en güzeli, Alibeyköy yakınlarında otuz sütun üzerine inşa ettirilen Sadabad kasrı idi. 
Kasrın önünde büyük bir havuz, etrafında çağ layanlar ve ağızlarından su fışkıran ejderha heykelleri vardı. Burada yabancı elçilere ziyafetler verilir, daha sonra bahçede düzenlenen çırağan eğlenceleri seyredilirdi. Bu eğlencelere Padişah ve yakınlarından. başka, İstanbul halkının ileri gelenleri de katılırdı. Bir kısmı arabalarla, bir kısmı da kayıklarla gelerek eğlenceleri seyrederlerdi. Bu devrin diğer bir özelliği de, lale  yetiştirme merakıydı. Köşklerin bahçelerinde yetiştirilmek üzere Avrupa'dan çeşit çeşit lale soğanları getirtiliyordu. Zamanla bu merak o kadar arttı ki, İstanbuldaki bütün bahçelerde yüzlerce çeşit lale yetiştirildi. Bu lalelerin her cinsine ayrı ayrı isimler verilmişti. İran'da Lôle-i duhteri denen bir Cins laleye İstanbul'da <Mahbub adı verildi.  
Bir soğanı 500 ile 1000 altın arasında satılıyordu. Sadrazam Damad İbrahim Paşa da Asafi  denen bir cins Jale yetiştirmişti. Zamanla lale satışlarının çoğalması fiyatların - artmasına sebep olmuştu. Buria rnani olmak için laleIerin bütün cinsleri tesbit edilerek hep' sine ayrı ayrı narh kondu. 
BAHARiYE   Kağıthane'den sonra Haliç'in güzel semtlerinden biri de Sultanların ve devlet ricalinin yalıları ile bezenmiş olan Bahariye idi. İstanbul'un fethinden sonra zengin ve kibar kimseleri oturdukları semtin imarına ilk başlatan Fatih Sultan Mehmed, burada bir imaret ve bir kervan- saray yaptırmıştı.  Ayrıca Padişahlar için de bir kasır inşa ettirilmişti. Bostan iskelesi ile kasrın arasında birbirinden güzel zarif yalılar mevcuttu. II. Mahmud devrine kadar bir sayfiye semti olan Bahariye daha sonraları bu hüviyetini kaybetmiştir.  
 
Şükran Hakkut Hayat  tarih Dergisi - ekim  1977-     Sh  76-77

Kağıthane Dönüşü Eğlenceleri

resim
Akşam güneşi batmaya başlarken emniyet görevlileri' halk'a evlerine dönme zamanının geldiğini hatırlatırlar, ihtarı dinlemeyenleri  Kağıthane'yi terke icbar  ederlerdi. O zamanlarda yaşayanların bildiği gibi dönüş gidiş, gibi dağınık olmaz planlı ve eğlenceli olurdu. Asıl eğlenceler dönüşte yapılırdı. Ecnebiler sandallarla, Sefaret memurları elçi kayıklarıyla dönüşü seyre çıkarlardı. Boğaziçi'nin büyük kayıkları, allı yeşilli bayraklar  ve renk renk kağıt fenerlerle donatılmış olduğu halde zurna havası tutturarak kayıkların kıç üstünde oynar böylece Boğaz'a doğru yol alırlardı.
Mahalle tulumbacıları darbuka, maşalı zil, çığırtmadan meydana gelen çalgı takımlarıyla hovarda ağzı maniler söyleyerek geçerlerdi. Bal ve yağ kapanları hamalları salapuryalara dalarlar davul ve düdüklerle memleket türküleri söylerler, çalıp çağırarak giderlerdi. Bir takım beylerin teşkil ettiği musiki heyetleri, kayık ve sandallarını birbirine yanaştırıp fasla başlarlar, kendilerini kadın ve erkek sandalları da yakından takip, ederdi. Bazı sandal meraklısı pehlivan yapılı delikanlılar narin sandallarda kürek çekerek birbirleriyle yarışırlardı. Mektep çocukları da dere kenarlarındaki sazlardan külahlar yapıp başlarına geçirirler güler oynarlardı. Bazı kimseler deredeki adacıklara sandallarını yanaştırır dönüş şenliklerini buradan seyir ederlerdi. Atlılar, arabalılar yollarda gah eğlenir gah giderler bir kısmı da: yol kenarındaki Silahtar Ağa meyhanelerine uğrar, kısa bir tezgah başı mermi yaparlardı. 
Bu suretle akıp giden deniz ve kara yolcularının  hepsi Bahariye'de toplanırlardı. Bu kalabalık Bahariye Deresi’nde o hale gelirdi ki, kayıktan kayığa geçilir, olurdu. Her kafadan bir ses çıkar, heyheyler dünyayı tutardı. Biraz sonra oradan da hareket başlardı. Cuma'ları Bahariye'ye gelen saraylılar, Bahariye Kasrında o zaman türemiş bulunan Ulahlılar adı verilen orkestra takımını köşkün bahçesine alıp çaldırırlar, bu ahenk ortalığa başka bir parlaklık verirdi.. 
 
Bu gün Bahariye'de mevcut harap yalılar o zaman zenginlerin mamur yalıları idi. Cuma'ları yalıların içleri ve dışları kibar, hatta vekil ve vezir misafirlerle hıncahınç dolar, karşılarındaki adalar da türlü çiçeklerle bezenmiş olduğundan misafirlerin bir takımı da bu adalara geçip neşeli sohbetler, gürültülü kahkahalarla Kağıthane dönüşünü seyrederlerdi. İşte bu hayhuylar ve neşeli eğlenceler inkılaplardan sonra yapılan şenlikleri andırırdı. Şu kadar ki  inkılap şenliklerinde söylenen milli marşlar yerine o zamanlar aşıkane şarkılar duyulurdu. 
 
Kağıthane'ye gidemeyen civar ahalisinden birçok kadınlar çoluk çocukları ile Fener ve Cibali İskele Meydanı’nda toplanırlardı. Buraların deniz kenarları her zaman süprüntü yığınları ile dolu olduğu için köpekler burunları ile deşip koklarken birbirleri ile hırlaşırlardı. Bu iğrenç mezbeleden Kağıthane dönüşünü seyredeceğiz diye birikenler. taşlar, direkler ve, toprak üstüne çömelerek bayağı satıcılarının bayat yemişlerini alıp yerlerdi. Halk dilinde buralara (Bitli Kağıthane) denilirdi.
 
BİR  ZAMANLAR  İSTANBUL TERCUMAN  1001 ESER  -BALIKHANE  NAZIRI ALİ RIZA  BEY  -SAYFA    209

Eski İstanbul Hayatı OSMANLI İmparatorluğunun merkezi  olan İstanbul, tarihi, değerli eserleri ve tabii güz...